BÖLÜM 38
VEDA ZAMANI
38.1. Taifliler / Sakif Kabilesi Heyetinin Medine’ye Gelmesi ve Teslim Olmaları
Mekke’nin fethinden sonra Taif kuşatılmış fakat alınamamıştı. Hz.Muhammed’in@ uyguladığı politika ile Taifliler / Sakif Kabilesi bölge kabilelerince kuşatılmış vaziyette yaşadı. Mekke pazarını kaybettiler, sulama yaptıkları vadiyi kaybettiler, kendilerine ait tarım arazilerini peygamberimiz Hevazinlilere verdiği için bu arazilerin mahsullerinden de mahrum kaldılar. Kısaca şehirlerine hapsoldular ve uzun süre tahammül edemeyecekleri bir boykota tutuldular. Bu kuşatılmışlık onları teslim olmaya zorladı. Bu nedenle teslim şartlarını görüşüp karara bağlamak üzere Abd. Yalil’in başkanlığında bir heyeti Medine’ye gönderdiler.
Tebük Seferinden dönüşten kısa bir süre sonra Medine’ye ulaşan Taif Heyeti İslam’ı aşağıdaki şartlarla kabul etmeye / teslim olmaya razı olduklarını bildirdiler;
-
Namazdan muaf olmak,
-
Zekâttan muaf olmak,
-
Cihattan muaf olmak,
-
Faizin Taifliler için serbest olması
-
Fuhşun Taifliler için serbest olması
-
İçkinin Taifliler için serbest olması
-
Taif şehrinin haram bölge kabul edilmesi
-
Taiflilere ait Lat putuna dokunulmaması
Taraflar arasında yapılan görüşmeler sonucunda Taiflilerin teslimiyet için şart koştukları hususlardan Taif’in haram bölge kabul edilmesi, faiz, zekât ve cihattan muaflık şartları kabul edildi, içkinin serbestiyetine hiç değinilmedi (muhtemelen zaten namaz ile kontrol edilecek bir husus olmasından kaynaklı olarak) diğer şartlar ise reddedildi. Yukarıda belirtilen şartlar çerçevesinde Taiflilerle anlaşma yapıldı ve böylece Taifliler de İslam Cumhuriyetine katılmış oldu.
Taiflilerle yapılan anlaşmada onların muaf tutulduğu hususlar ekonomik gelirlere ilişkindi. Onlar talep ettikleri muafiyetlerle şirk sisteminin cari olduğu süreçte tesis ettikleri ekonomik sistemlerini korumayı amaçlamışlardı. Fakat Hz.Muhammed@ onların namaz kılıp putlara ilişkin sistemlerini bozduğu zaman çok kısa bir süre sonra bu muafiyetlerin de ortadan kalkacağını öngörmüştür. Zira Taif halkı müslüman olduktan sonra ekonomik şartların kendi aleyhlerine ve ileri gelenlerin lehine olduğunu zamanla görecekler ve bu muafiyetlerin kaldırılması hususunda yöneticilerini zorlayacakları açıktı. Yeter ki önce toplumsal olarak şirk ideolojisinden vazgeçilsin, çok kısa süre sonra taban tavanı zorlayacaktı. Taif halkını uyandıracak olan bir diğer husus, onların kendilerini İslam Cumhuriyeti içerisinde ilahi yasaları uygulayan diğer şehirlerle kıyaslayarak farkı görmeleri olacaktı. Ve nitekim öyle de oldu. Kesin yasak henüz gelmemiş olsa da Mekke ve Medine’de uygulamadan kaldırılan ancak muafiyet dolayısıyla hala Taif’te uygulanmaya devam edilen faizin kendi zararlarına olduğunu gören halk faizi kesin yasaklayan ayetlerin nazil olduğu zaman Taifli ileri gelenler bu yasağa şiddetle karşı çıktıklarında arkalarında Taif halkından kendilerini destekleyen kimseyi bulamamaları bunun en güzel delilidir. Daha önce o ileri gelenlerin kışkırtmaları ile peygamberimizi taşlayan Taif halkı, faiz kesin yasaklandığında o taşladıkları peygamberin yanında yer aldılar.
Taif’in kutsal / haram bölge olması ise onların topraklarından başkalarının istifade etmemesi bağlamında geçerliliğini korusa da genel olarak toplumların bu şehri Mekke gibi kutsal kabul etmemesi nedeniyle herhangi bir ayrıcalık / imtiyazlı statü kazanamadı.
Taiflilerin zekât / sadakat vergisinden muafiyetlerinin kaldırılması da halkın yöneticilerine baskısı ile olmuştur. Taif halkı zekât / sadakat vergilerinin ilgili şehirlerdeki halka paylaştırılması ile İslam Cumhuriyetinin sosyal bir devlet olduğunu görünce bir süre sonra bu muafiyetin kaldırılması için ileri gelenlerini zorlamışlardır. Zaten zekât / sadakat vergisi zenginlerin servetlerinden alınıyor ve halka dağıtılıyordu. Taif halkı bu uygulamanın kendi menfaatlerine olduğunu gördükleri için ileri gelenlerini bu muafiyete son verilmesi hususunda kamuoyu baskısı oluşturdular.
Taif heyetinin teslimiyet için fuhuş ve putlara ilişkin muafiyet taleplerinin Hz.Muhammed@ tarafından reddediliş nedeni ise bunların bir toplumda olduğu müddetçe Taif’in sadece siyasal olarak Medine’ye bağlanmasının pek bir anlamı olmayacağı ve bunların toplumdaki bozukluğu devam ettirmesinin ana etkenlerinden olacağı idi.
Taiflilerin namaz muafiyeti taleplerinin reddediliş nedenleri ise toplumun namazla günde beş vakit terbiye edilmesini, onların İslam Cumhuriyetine bağlılığını sağlaması, Allah’a itaate alıştıran bir eğitim olması, kötülüklerden alıkoyması, içkiden alıkoyması, toplumu siyasallaştırması ve farkındalık yaratmasıydı.
38.2. Hz.Ebu Bekir’in Hac Emirliği
Mekke’nin fethinden sonra Arabistan yarımadasındaki kabilelerin büyük bölümü fevc fevc Medine’ye gelip müslüman / teslim olmuşlar ve İslam Cumhuriyetine katılmışlardı. Fakat bazı müşrik kabileler vardı ki bunlar Mekke’nin fethinden önce Medine İslam Cumhuriyeti ile Mekke müşrik yönetimine karşı ittifak yapmışlardı.
Mekke’nin fethinden ve Taif’inde İslam Cumhuriyeti topluluğuna katılmasından sonra yani ortada düşman kalmadıktan sonra bu ittifak anlaşmalarının bir hükmü kalmamıştı. Dahası Medine İslam Cumhuriyeti bir şehir devleti olmaktan çıkıp artık Medine Başkentli neredeyse tüm Arap yarımadasını içine alan büyük bir İslam / Barış / Tevhid Cumhuriyeti olmuştu. Gelinen aşamada bu müşrik kabilelerin de İslam Cumhuriyeti bünyesine katılması ve şirk sistemini terk etmeleri gerekmekteydi. Zira bütünlüğü / tevhidi sağlamış olan bir devletin içerisinde atomize farklı yapıların olması bütünlüğü bozmaktaydı. Şöyle ki; söz konusu müşrik kabileler, yasama, yürütme ve yargı dahil kendi yönetimleri şirk otoriteleri tarafından icra edilen kabilelerdi. Bunların Medine İslam Cumhuriyeti ile ittifak kurmaları sadece ortak düşmana karşı bir birliktelik içindi. Yani sadece dış politika olarak İslam Cumhuriyeti ile birlikte hareket etmekteydiler. Ama iç işlerinde şirk sistemini uygulamaktaydılar. Bu nedenle İslam Cumhuriyetine vergi vermedikleri gibi yasama, yürütme ve yargılarında İslam Cumhuriyetinden bağımsızdılar. Teslim olan / Müslüman olan kabileler ise yasama, yürütme ve yargı da tamamen İslam Cumhuriyetine bağlıydılar ve İslam Cumhuriyetine zekât / sadakat vergilerini vermek zorundaydılar. İslami Dünya Görüşüne uygun devlet yapılanması içerisinde sistemi bozacak unsurlara müsaade edilmeyeceği gibi en büyük zulüm olan şirk sisteminin kabile bazında da olsa İslam Cumhuriyeti topraklarında müsaade edilmesi uygun değildi. Bu nedenle o sene yapılacak Hac da (Hz. Ebu Bekir’in yönettiği Hacda) söz konusu müşrik kabilelerle daha önce yapılmış olan müttefiklik sözleşmelerinin hükümsüz kaldığı ilan edildi. İlan bildirisinde Allah ve Resul’ünün şahsında İslam Cumhuriyetinin söz konusu müşrik kabilelerle daha önce yapılan müttefiklik sözleşmelerinin hükümsüz kaldığı ve onların da şirk sistemini terk ederek İslam Cumhuriyetine katılımı / teslim olmaları / Müslüman olmaları için de dört aylık bir süre tanındığı ilan edildi. Aksi takdirde ölümle ya da sürgünle tehdit edildiler.
Anlaşmaların muhatabı olan müşrik kabileler buna çok kızdılar, fakat bütün Arap yarımadası sathında herkes İslam / Barış birliğine katılmışken yani çevrelenmişken savaşmayı göze alamadılar ve teslim olmayı / müslüman seçtiler. Fakat bu kabilelerin teslim olmasının esas nedeni kabile halklarının kabile reislerini ve ileri gelenlerini zorlamalarıydı. Zira müşrik sistemin cari olduğu kabilelerin halkları, İslam olmuş diğer kabile halkının İslam olmakla edindiği kazanımları gördükçe bu kazanımlara kendileri de sahip olmayı istediler. İslam Cumhuriyetine katılan kabile halklarındaki yoksullar, muhtaçlar, yolda kalmışlar İslam Cumhuriyetinin hazinesindeki zekât gelirlerinden pay aldıkça sosyal dayanışmanın kendilerine çok büyük kazanç sağladığını gördüler. İslam yasaları ile sosyal güvenliklerinin temin edildiğini, özellikle kadınlara verilen haklar ve miras paylaşımında zayıfların haklarının korunması bağlamında edinilen kazanımlar, halk tarafından çok hoş karşılanmıştı. Hepsinden önemlisi insanların can ve mal güvenliğinin İslam Cumhuriyeti tarafından garanti edilmesi İslam olan kabile halklarının elde ettikleri en büyük kazanımlardı. Bu kazanımlardan hala mahrum olan müşrik kabile halkları ise İslam olan kabilelerin halklarına özenerek kendi kabilelerinin de İslam Topluluğuna katılması konusunda kabile liderleri üzerinde baskı oluşturmuşlardı.
Böylece Arap yarımadası ölçeğinde haccı müteakip hemen hemen bütün kabileler Medine’ye gelip katılım sözleşmesi yaptılar. / teslim olup müslüman oldular. Söz konusu hac mevsiminden sonra İslam Cumhuriyetine katılım yapan kabilelerin bazılarının isimleri şöyle sıralanabilir; Benî Ezd, Ebnâ, Benî Tay, Benî Âmir b. Sa’saa, Benî Kinde, Benî Tücîb, Benî Rehaviyyîn, Benî Gafik, Benî Mehre, Benî Hanîfe, Benî Ans, Benî Murâd, Benî Abdülkays, Benî Hilâl, Benî Ruhâ ve Benî Zübeyde…
38.3. İslam Topluluğuna katılmamakta Direnen Kabileler
Arap yarımadasının en uç noktalarında yaşayan ve henüz sosyal baskılara muhatap olmamış bazı kabileler de halen mevcuttu. Bunlar Yemenliler ve Necranlılar idi. Necranlılar genel olarak Hristiyan olan ve aynı dinden olmaları ve Arabistan topraklarında etkinlik sağlamaya çalışan Habeşistan üzerinden destekleniyorlardı. Necranlılardan bazı kabileler daha ilk dönemlerde cizye vererek Medine İslam Cumhuriyetine katılmış olsalar da katılmayan kabileler de vardı. Tıpkı Habeşistan’daki iktidar otoritelerinden bazılarının Hz.Muhammed’in@ hareketini destekleyen olduğu gibi karşı olanların da olduğu gibi.
38.4. Halid bin Velid’in Necran Seferi
İşte karşı duran bazı Necranlı kabileler üzerine Hz.Muhammed@ Halid bin Velid komutasında bir ordu gönderdi. 400 kişilik birlikten oluşan bu akında Halid bin Velid Necranlıların üzerine yürüdü. Necranlılar durumun ciddiyetini görünce teslim oldular ve İslam Cumhuriyetine katılım yapmayı / müslüman olmayı kabul ettiler.
38.5. Hz. Ali’nin Yemen Akını
İslam Cumhuriyetine katılım yapmayan diğer kabileler ise Yemen’de yerleşik olan kabileler idi. Hz.Muhammed@ veda haccının vakti yaklaşırken Hz. Ali komutasında 300 kişilik bir askeri birliği Yemenli Müzhic kabilesi üzerine gönderdi. Mezhiçliler önce direndiler. İlk çarpışmada 20 kişi kayıp verince Müzhicliler teslim olmaya razı oldular. Teslim olmayı / müslüman olmayı kabul eden Müzhicliler ellerindeki malları zekât / sadakat vergisi olarak Hz. Ali’ye sundular. Onların verdikleri bu mal ve servet Hz. Ali tarafından mücahitlere paylaştırılmadan Mekke’ye doğru yola çıkıldı. Zira Hz.Muhammed@ de o sıralarda İslam (Veda) Haccı için Mekke’ye hareket etmişti. Hz. Ali Müzhiçlilerden alınan mal ve serveti mücahitler arasında paylaştırmadı. Çünkü alınan bu mallar ganimet mi? Yoksa zekat mı? / Sadakat vergisi mi? olduğu net olmayan bir durumdu. Taraflar arasında savaş olmuştu fakat savaşta Müzhicler tam yenilmeden teslim olmayı / müslüman olmayı kabul etmişlerdi. Mal ve servetlerini de zekât / sadakat (bağlılık) vergisi olarak vermişlerdi. Ama mücahitler bunun savaş sonunda alındığını ve ganimet olduğunu bu nedenle kendilerinin hakkı olduğunu iddia ediyorlar ve paylarını istiyorlardı. Hz. Ali ise savaşın başlangıcında teslimiyet tekliflerinin kabul edilmesi nedeniyle bu malların ganimet olamayacağını ancak zekât / sadakat vergisi olabileceğini bu nedenle de İslam Cumhuriyetine ait olacağını iddia ediyordu. Ancak bu konuda kendisi de tam emin değildi. Böylece öncelikle bu malların niteliği konusunda karar verilmesi gerektiğini ve bu kararı da ancak Hz.Muhammed’in@ verebileceğini söyledi. Bundan dolayı Hz. Ali elde edilen mal ve servetleri mücahitlere paylaştırmadan Mekke’nin yolunu tuttu. Fakat mücahitler bu uygulamadan son derece hoşnutsuz oldular. Hz. Ali’yi çok üzdüler ve rahatsız ettiler. Onu öylesine üzdüler ki Mekke’ye geldiklerinde Hz. Ali haccetmek için Kabe’ye gittiğinde bu malları emanet edilen mümin kişinin elinden alıp kendi aralarında paylaşanlar bile oldu. Üstelik bir de gelip sanki haklılarmış gibi Hz. Ali’yi Hz.Muhammed’e@ şikâyet ettiler.
Hz.Muhammed@ İslam (Veda) haccından sonra bu konuyu Gadir-i Hum denilen yere geldiğinde çözüme kavuşturdu. Hz. Ali’nin uygulamasını ve hassasiyetini övdü aynı zamanda onu üzenlere de sitem etti. Mücahitlere yaptıklarının yanlış olduğunu söyledi. Kendisinin İslam Cumhuriyeti’nin yegâne yöneticisi / müminlerin velisi / valisi / mevlası olarak kendi adına hareket etmek üzere tam bir yetkiyle yetkilendirdiği Hz. Ali’ye onların yaptıkları itaatsizliklerini kınadı. Hz. Ali aldığı yetki ile Yemen Seferi boyunca emrindekilerin velisi / valisi / emiri / komutanı / mevlası iken mücahitlerin onun emirlerine boyun eğmeyip başkaldırmalarının yanlışlığını ifade etti.
38.6. İslam (Veda) Haccı
Hz.Muhammed@ bir önceki yıl müşriklerle birlikte yapılan (Hz. Ebu Bekir’in yönettiği) hacca gitmemiş ve müşriklerin ayrımcılığa, bölücülüğe ve zulme dayalı sistemlerini ve inançlarını terk etmeleri için ültimatom niteliğindeki mesajını yollamıştı.
Artık O barışın, kardeşliğin, emniyetin, adaletin ve huzurun temin edildiği tevhid toplumuna katılmış insanlarla birlikte bu sene hacc yapmaya karar vermişti. Hz.Muhammed@ yirmiüç yıldır verdiği mücadelenin sonunda insanları gittikleri yanlış yoldan döndürmeyi başarmış ve hedefine önemli ölçüde ulaşmıştır. Şimdi barış, huzur ve kardeşliği seçmiş müminlerle kucaklaşma zamanıdır. Onlara bu ortamı ilelebet sürdürmeleri için önemli mesajlar verme zamanıdır. Sadece mesaj verme değil, sosyal barışın önündeki en önemli engellerden olan faiz belasının kaldırılması da gerekiyordu. Dahası bunu yaparken sosyal dayanışmanın da tesis edilmesi gerekiyordu.
O bu haccı yüzbinlere ulaşmış taraftarı ile birlikte gerçekleştirdi. Tarihe mal olmuş ve çağları aşan mesajlarını «İslam (Veda) Hutbesi» ile tüm insanlığa iletti. Kur’an’ın hükümleri ile daha önce düzenlenen önemli hususların bu nutukla halka ilan edildiği sözkonusu mesajlardan bazıları şöyleydi;
“İnsanların eskiden beri mukaddes ve dokunulmaz gördükleri hac günleri, haram ayları ve Mekke şehri gibi insanların canlarının, mallarının, namuslarının mukaddes ve dokunulmaz olduğu ve her türlü tecavüzden korunduğunu bildirdi. Peygamberimiz bu sözleriyle mukaddes ve dokunulmaz ilan edilen insan hayatının, mallarının ve namuslarının İslam Cumhuriyeti’nin güvencesinde olduğunu ifade etti. Halbuki daha önce cari olan şirk sisteminde insanların can, mal ve namusları konusunda hiçbir güvenceleri mevcut değildi.”
“Peygamberimiz bütün insanların Allah’a kavuşup işlediklerinden dolayı hesaba çekileceğini söyledi. Şirk sistemindeki inançlara göre insanlar bu dünyada yaptıklarından dolayı kimseye hesap vermeyeceklerine inanıyorlardı. Bu inanç onları bu dünyada istediği gibi yaşamaya, gücü yettiği her şeyi yapmaya, hiçbir kural, değer, ahlak tanımamaya götürüyordu. Böylece müşrik insanlar fırsatını buldukları ve güçlerinin yettiği her şeyi yapmayı kendileri için caiz görüyorlardı. Bu nedenle kimsenin ne canı ne malı ne namusu ne aklı … hiçbir şeyi güvende değildi. Ama İslam Cumhuriyeti / Dini ile herkes yaptığı her hareketin sonucundan hem bu dünyada hem de ahirette sorumlu olacağı ve hesabını vereceği bir sistemin geldiği insanlara ilan edildi. Artık Arap yarımadasına huzur, güven, hukuk ve istikrar gelmişti. Peygamberimiz sakın eski sapıklığınıza dönmeyin diye insanlara hitap ederek onların tekrar eski zulüm sistemine dönmekten şiddetle kaçınmalarını bildirdi.”
“Peygamberimiz bu nutkunda toplumu geri bıraktıran, üretimi baltalayan, tefecilerin sömürü silahı olan faizin yasaklandığını da ilan etti. Faiz yasağını da ilk kendi amcası Hz. Abbas’ın alacağı faiz ile uyguladı. Böylece toplumu tepeden tırnağa faiz pisliğinden arındırma işleminin başlatıldığını ilan etti.”
“Peygamberimiz, eski şirk sisteminde cari olan kan davaları gibi bütün batıl / yanlış / kötü adetlerin kaldırıldığını ilan etti.”
“Peygamberimiz, İslam Cumhuriyeti ile kadın haklarının güvence altına alındığını, bu nedenle müslüman erkeklerin kadınların haklarını korumaları hususunda titiz davranmaları gerektiğini bildirdi. Eşlerin birbiri üzerindeki haklarını açıkladı ve her iki cinsi de birbirlerinin hukuklarını korumaya özen göstermelerini istedi.”
“Peygamberimiz, hiçbir ırkın diğer bir ırka, hiçbir kavmin diğer bir kabileye üstünlüğünün olmadığını / olamayacağını tüm insanlığın bir kökten geldiğini hepsinin eşit olduğunu ilan ederken üstünlüğün ancak hukuka / ahlaka / değer yargılarına yani Allah’ın emirlerine uyma hususunda göstereceği hassasiyet ile kazanılacağını bildirdi.”
“O, İslam Cumhuriyetinin egemenliğindeki vatandaşların hukuklarının garanti edildiği ve hiç kimsenin başkasının işlediği suç nedeniyle yargılanamayacağını ilan etti. Eski şirk sisteminde cari olduğu gibi babasının ya da kavminin işlediği suç nedeniyle oğlunun ya da kavmi nedeniyle o kavimden olan bir suçsuzun cezalandırılması prensibinin / yasasının kaldırıldığı yerine suçun şahsiliği prensibinin getirildiğini bildirdi.”
“Peygamberimiz bu nutkunda müslümanlara İslam Cumhuriyetinin / Dininin kaynağı olan Kitab’a ve bu Devletin / Dinin Başkanlık Erkanını (ehli beyt) ([1]) korumalarını da söyledi. Bu iki şeyi müslümanlara emanet olarak bıraktığını eğer bunlara sahip çıkarlarsa asla sapmayacaklarını bildirdi.”
Sayıları yüzbinleri bulan müslümanlara hitab eden Hz.Muhammed@ nutkunun sonunda hacılara elçilik görevini layıkıyla yapıp yapmadığını sordu ve hacıların verdiği olumlu cevap üzerine peygamberimiz şehadet parmağını kaldırdı, sonra da hacıların üzerine indirerek ve üç defa : “Şahid ol, ya Rab! Şahid ol, ya Rab! Şahid ol, ya Rab!" diyerek Rabbimizin de şahitliğinde söylevine son verdi.
38.7. Faizin İslam Cumhuriyetine Katılan Tüm Bölgelerde Yasaklanması
Tevhit toplumunun oluşması için toplumda sosyal dayanışma şarttır. Toplumdaki zengin azınlığın sırf servetini üretenlere borç vererek risksiz bir getiriye sahip olması ve bu yolla üreten çoğunluğu sömürmesi, elbette ki barış toplumunun oluşmasının önündeki en önemli engellerdendir. Huzurlu, birbirine güvenen, birbirini seven ve birbirine yardım eden bir toplumun oluşması için bu engelin de kaldırılması gerekmekteydi. Bu engel faizdi ve İslam Cumhuriyetinin egemen olduğu diğer şehirlerde yasaklanmasının zamanı gelmişti.
Faizle borç para veren tefeciler ise halkı sömürdüklerini inkâr ediyorlar ve faizli işlemlerin tıpkı ticaretteki alışveriş gibi olduğunu iddia ediyorlardı. Onlar hiçbir risk almaksızın parayı ya da sermayeyi satıyorlar ve çalışanın, üretenin emeğine risksiz olarak ortak oluyorlardı. Ticaret yapan ya da üreten ihtiyaç duyduğu sermayeyi bulamadığı zaman tefecilerin onlara sermaye sağlamaları sosyal yardım gibi telakki edilse bile bunun şekli tek yönlü risksiz getiri olduğu için yatırımcının işleri kötü gittiği zaman tüm varlığı yok olmaktaydı. Fakat tefeci borç verdiği bedelin karşılığını yatırımcıdan ipotek ettiği için yatırımcı ister kazansın ister kaybetsin tefeci her halükârda kazanmaktaydı. İşlerin iyi gittiği durumlarda ise yatırımcı ürettiği ürünün maliyetine finans giderlerini de yansıttığı için faiz bedeli tüm halk tarafından ödenmekteydi. Bütün halkın bedelini ödediği bu maliyet ise tefecinin cebine girmekteydi. Tefeci, verdiği borç ile risksiz, çalışmadan, üretmeden tüm üretenlerin kazançlarına haksız bir şekilde konmaktadır. Üreten halk, sürekli tefeciye çalışırken tefeci servetine servet katarak sürekli zenginleşmektedir. Bu durum toplumda yeni mütegallibe sosyal sınıflar oluşturarak hem sosyal barışı bozmakta hem de üretimi engelleyerek ekonominin gelişmesini baltalamaktadır. Dahası faiz nedeniyle insanlarda oluşan mal hırsı erdemli bir toplumun oluşmasını da engellemektedir. Bu nedenle faiz Uhud savaşından sonra Medine İslam Cumhuriyetinde yasaklanmıştı.
İslam Cumhuriyetinin sınırları Arap yarımadasının neredeyse bütününü kapsayacak büyüklüğe kavuşmasıyla beraber Medine’de cari olan hükümlerin İslam Cumhuriyetine yeni katılan bölgelerde de uygulanmasına başlanmıştı. Ancak faiz gibi bazı uygulamaların kaldırılması öyle kolay süreçler değildi. Zira bu uygulamaya karşı çıkanlar o bölgelerin zengin ileri gelenleri idi ve servetlerini tefecilikten kazanmaktaydılar. Bu sömürü çarkının devam etmesini onlar şiddetle istiyorlardı. Bununla beraber İslam / Barış toplumunun oluşması için zulümlere müsaade edilmemesi gerekiyordu. Faiz ise halkı sömürmenin en önemli enstrümanıydı ve yeni yerlerde de yasaklanması gerekiyordu. Bu nedenle Peygamberimiz Veda Hutbesinde faizin yasak olduğunu tüm İslam Topluluğuna duyurdu. Bu konuda ilk adımı da amcası Hz. Abbas’ın faizini yasakladığını ilan ederek attı. Böylece Mekke ile birlikte İslam Cumhuriyetinin egemenliğine girmiş diğer şehirlerde de faizin yasaklandığını duyurdu. Bunun üzerine Mekke’deki Muğire oğulları Taifli tefecilerden almış oldukları kredinin faizlerinin de kaldırılmasını istediler. Bunun üzerine Peygamberimiz Taiflilere verdiği faizle işlem yapma muafiyetini kaldırdı ve Taifliler de aynı yasak kapsamına alındı.
Bir sene önce kendilerine faizle işlem yapma muafiyeti verilmesine rağmen şimdi bu muafiyetin kaldırıldığını duyan Taifli tefeciler öfkelerinden deliye döndüler, kudurdular adeta. Tefeciliğin kazancı olan faizin / ribanın mal satışında kazanılan para gibi olduğunu, nasıl mal el değiştirince para kazanılıyorsa faiz / ribada da paranın satıldığını iddia ederek tefeciliğin kaldırılmasına şiddetle karşı çıktılar. Bu hükmü uygulamayacaklarını bildirdiler. Tefeciliğin tıpkı alışveriş gibi olduğunu iddia ettiler. Onların bu itirazlarına ve başkaldırmalarına karşın Cenab-ı Hak, ticaretin yasal / helal / serbest olduğunu, faizin / tefeciliğin ise yasak / haram olduğunu, Kendisinin sadakat vergisine / zekâta / sosyal dayanışmaya dayalı ekonomik sistemi desteklediğini ama faize / tefeciliğe / haksız kazanca dayalı ekonomik sistemi kaldırdığını bildirip kestirip attı. Kim bu hükümlere uymazsa onun cezalandırılacağını da bildirdi. Ama kim de iman edip ıslah edici eylemlerde bulunup yasalara itaat ederse ve İslam Cumhuriyetine sadakat vergisi / zekât verip idareye destek olursa o takdirde de mükafatlandırılacağını bildirdi.
275-277- Tefecilikle / faizle para yiyenler ise şeytanın çarptığı (yani azgın, saldırgan, şımarık, edepsiz, hayasız, delirmiş, çılgına dönmüş, aklı başından gitmiş) ([2]) kimse gibi ayaklanırlar. Böyle davranmalarının sebebi onların, “Tefecilik / faiz de alışveriş gibidir.” demeleridir. / tefeciliğin alışveriş gibi olduğunu iddia etmeleridir. Halbuki Allah alışverişi helal, tefeciliği / faizi ise haram kıldı. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de vazgeçerse, geçmişte kazandıklarını tutabilir; işi de Allah’a kalmıştır. Devam edenler ise cehennem halkıdır ve orada sürekli kalırlar. Allah tefeciliğe / faize dayalı ekonomik sistemi yok eder, Sadakat Vergisine / zekâta / sosyal dayanışmaya dayalı ekonomik sistemi destekler. / yaygınlaştırır. Allah hiçbir günahkâr nankörü sevmez. Şüphesiz iman edip ıslah edici işler yapan, salatı ikame eden / İslam Cumhuriyetine destek olan ve zekâtı veren / İslam Cumhuriyetine bağlılık vergisini veren kişilerin Rableri katında mükafatları vardır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmezler de. (Bakara Suresi 275-277)
Taifli tefecilerin faiz yasağını dinlemeyeceklerini deklare etmeleri İslam Cumhuriyetini tanımama ve onu inkâr anlamına geliyordu. Onların İslam Cumhuriyetine karşı şiddete başvuracakları, ayaklanacakları ve isyan edip savaşacakları anlamına geliyordu. Onlar bunu yasağa karşı gösterdikleri tepki ile ifade etmişlerdi.
Cenab-ı Hak, onları aynı şiddette uyardı ve tefeciliği / faizi ivedilikle terk etmelerini emretti. Sadece verdikleri ana parayı alabileceklerini bildirdi. Ayrıca faiz kaldırıldı diye verdikleri ana parayı hemen vermeleri için darda olan borçluyu zorlamamalarını onlara eli genişleyinceye kadar süre tanımalarını da emretti. Hatta şayet borçlunun durumu el vermiyorsa bağışlamalarının daha hayırlı olduğunu tavsiye etti. Şayet tefecilik / faiz yasağına uymayacak olurlarsa onların bu hareketleri ile İslam Cumhuriyetine / Allah ve Peygamberine savaş açmış sayılacağını ve üzerlerine kuvvet gönderilip perişan edileceklerini bildirdi.
278-281-Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve eğer gerçekten iman ettiyseniz, faiz alacaklarınızdan vazgeçerek tefeciliği / faizi terk edin. Şayet böyle yapmazsanız, o zaman Allah ve Elçisi’nden size savaş açıldığını / bozguna uğratılacağınızı / perişan edileceğinizi bilin. Eğer tevbe edip vazgeçerseniz, o takdirde verdiğiniz anapara / sermaye sizindir. Böylece haksızlık etmemiş ve haksızlığa da uğramamış olursunuz. Eğer borçlu, darlık içindeyse, eli genişleyinceye kadar ona mühlet verin. Bir bilseniz, alacağınızı sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır. Öyle bir günden sakının ki, o gün herkes Allah'a döndürülür ve herkese kazandığının karşılığı tastamam ödenir ve kimseye haksızlık yapılmaz. / zulmedilmez. (Bakara Suresi 278-281)
Bu şiddetli uyarıyı alan Taifli tefeciler İslam Cumhuriyeti / Allah ve Resulü ile savaşmayı göze alamadılar. Zira onların savaş yükünü taşımaları artık mümkün değildi. Taif bir yıl önceki Taif değildi. Taif halkı müslüman olduktan sonra putları Lat yıkılmış, namaz eğitimine başlanmış ve fuhuştan uzaklaşmışlardı. Taif halkı namaz eğitimi sonucunda içkiden de uzaklaşmışlar ve faizin kendileri için ne kadar büyük bir sömürü aracı olduğunu anlamışlardı. Dolayısıyla Taif halkı kendilerini uyuşturan, gözlerini kör eden bu unsurlardan kurtulunca uyanmışlardı artık. Bu nedenle Taifli tefecilerin arkasında kendileri için savaşacak bir halk yoktu. Bundan sonra Taif halkı tefecilerin safında değil ancak Hz.Muhammed’in@ safında yer alabilirdi. Dahası hac sırasında tüm Arap yarımadasından gelen ve sayıları 100.000leri aşmış Müslüman toplum Hz.Muhammed’in@ arkasındayken az sayıdaki Taifli tefecilerin İslam Cumhuriyetiyle savaşmayı göze alması mümkün değildi.
Taifli tefeciler ([3]) şeytanın dokunuşu ile şımarıkça, azgınca, ahlaksızca Allah ve Peygamberine / İslam Cumhuriyetine karşı ayaklanıp başkaldırdılarsa da savaşacak tabanları / destekçileri kalmadığından yeni düzenlemelere uymak zorunda kaldılar.
38.8. Tefecilerin Faiz Yasağını Delme Planlarının Boşa Çıkarılması
İslam Cumhuriyeti / Allah ve Peygamberi ile savaşmayı göze alamayan Taifin tefecileri faiz yasağını delecek başka sahtekârlık peşinde koşmaya başladılar. Verdikleri borçları kaydetmezlerse ve borçludan anapara haricinde fazla para tahsil etmeleri mümkündü. Nasıl olsa borç veren güçlü konumda ve borç alan ise zayıf konumda olduğu için tefeci borçluluk ilişkisini yazmayacak ve borç alan da buna itiraz edemeyecekti. Zira borç alan taraf zayıftır ve muhtaç durumdadır. Güçlü durumdaki tefeciler ise verdiği borcu kayda geçirmeyerek borcun tahsilatında kat kat tahsilat yapacak ve bu haksız tahsilata borçlu itiraz ettiğinde de elde kayıt olmadığından borcun ödenmediğini ya da borç miktarının gerçek değerinden kat kat fazla olduğunu iddia ederek yapacaktı. Şayet borç alacak olan borç aldığı miktarı kayda geçirtmek isterse o takdirde borç veren kayıt sırasında hile yapacaktı. Kayda geçirdiği borçluluk sözleşmesinde hep kendine yontacak ve borçluyu sömürebildiği kadar sömürmeye çalışacaktı. ([4])
İşte tefecilerin bu planları duyulunca borçluluk ve vadeli alışverişlerde faizin kaldırılmasıyla birlikte tefecilerin kurguladıkları sahtekârlık girişimlerinin de önü alınması gerekmekteydi.
Cenab-ı Hak, kredi işlemlerinde ve vadeli alışverişleri kayda geçirerek tefecilerin faizli işlemlerine başka adlar altında ya da başka metotlarla devam etmelerine mâni olacak talimatlarını inzal etti. Toplumdaki ekonomik gücü elinde bulunduran tefecilerin vadeli alışveriş ve borçlanmalarda faiz yerine başka hilelerle borçluları sömürmesini engellemek için işlemin adil bir noter / kâtip tarafından senede bağlanmasını emrederken işlemin şahitlendirilmesini ve bu şahitler ile kâtiplere / notere asla tehdit / baskı / şantaj yapılmamasını emretti. Kredilendirme işlemlerini kayda geçirecek kâtiplerin / noterlerin adaletli olmalarını, güvenilir olmalarını ve hiçbir şeyi çarpıtmadan yazmaları talimatını verdi. Borçluyu da aldığı borcu mutlaka yazdırması sorumluluğunu verdi. Şahitlere de hakka / doğruya şahitlik etme sorumluluğunu yükledi. Borç alacak ilişkisi sırasında miktarın az olsun çok olsun yazma hususunda üşenilmemesini emrederek kaydın önemini vurguladı. Cenab-ı Hak toplumsal barış için alışverişlerde ve borç alıp vermede hakların korunmasına öylesine önem verdi ki; peşin alışverişlerde bile tarafların birbirlerini aldatmamaları için yapılan işlemlerin şahitlendirilmesini istedi. Bu şahitlendirmenin kişiler ile olabileceği gibi belge (fatura, senet vb.) ile de olabilir ama bir şekilde bu ilişkinin mutlaka şahitlendirilmesi toplumda birçok ihtilafı giderecektir.
282-Ey iman edenler! Birbirinize vadeli olarak borçlandığınız durumlarda, içinizden bir kâtip / noter bunu tam ve doğru bir şekilde kayda geçirsin. O kâtip / noter, Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın / Allah’ın kendisine lütfettiği yazı yazma kabiliyetini tarafgirlik yapmakta kullanmasın, yazarken adaletli olsun, hiçbir şeyi çarpıtmasın. Borçlanan kişi de onu yazdırsın ve Rabbi olan Allah'tan korksun, onda sahtekârlık yapmasın. Şayet borçlanan kişi aklı ermez / yaşı küçük veya çaresiz ya da kendisi yazdırmaktan aciz ise onun adına velisi bu işi üstlensin ve doğru olarak yazdırsın. Bu işlemi yaparken aranızdan iki erkeği de tanık tutun. Şayet iki erkek şahit bulamazsanız bir erkek ve iki kadın seçiniz ki kadınlardan biri yanıldığında diğeri ona hatırlatsın. Şahitler, kendisine güveneceğiniz ve doğru şahitlik yapacağına inandığınız kimselerden olsun. Şahitler, çağrıldıkları vakit şahitlik yapmaktan çekinmesinler. Az olsun, çok olsun, ödeme tarihi ile birlikte onu yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah katında en adil olduğu kadar şahitlik için daha sağlam olan ve herhangi bir anlaşmazlık / tereddüt / şüphe durumunda problemin çözümü için en uygun yoldur. Peşin yaptığınız alışverişlerinizde bu şekilde kayıt tutmaya gerek yoktur ama alışverişlerinizi yine de şahitlendirin. İşlemlerinizde yazan kâtibe / notere ve şahitlere en ufak bir zarar verilmesin. Aksi halde kendinize kötülük edersiniz / günaha girmiş / suç işlemiş olursunuz. Allah'ın emirlerine uyma hususunda hassasiyet gösterin. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi kemaliyle bilir. (Bakara Suresi 282)
38.9. Borca Karşılık İpotek Verilmesi ve Şahitlerin Uyarılmaları
Yukarıdaki yasal düzenlemeler daha çok borçluyu korumaya yönelikti ve borç verenin istismarını önlemeye yönelikti. Eğer borçlanma / kredilendirme işlemi seyahat veya başka bir nedenle kayıt altına alınamayacak ve şahitlendirilemeyecek olursa o takdirde borç alanın borç verene borcuna karşılık gelecek bir malı rehin verebileceğini Cenab-ı Hak hükme bağladı. Bu durumda eğer taraflar birbirine güveniyorlarsa bu güvene uygun davranmalarını ve Allah’ın emrine uymada hassasiyet göstererek tarafların birbirlerine verdikleri emanetleri geri vermelerini emretti. Yani borçlu borcunu ödediğinde alacaklının da rehin / ipotek ettiği malı geri vermesini talimatlandırdı.
Cenab-ı Hak, yukarıda zikredilen işlemlerde şahit olanları ikaz etti ve onların şahitliklerinde hiçbir şeyi gizlememelerini emretti. Eğer gizleyecek olurlarsa büyük günaha gireceğini ve tüm gizlilikleri çok iyi bilen olarak Kendisinin onu hesaba çekeceğini bildirdi.
283- 284- Eğer yolculukta olursanız ve bir kâtip / noter de bulamazsanız, o vakit alacağınıza karşılık bir rehin de yeterlidir. Şayet birbirinize güveniyorsanız kendisine güvenilen kimseler olarak emanetleri (rehnedilen mal ve borçları) birbirinize geri verin. Rabbiniz olan Allah’tan sakının. Bu tür işlemlerde şahitlik edenler de hiçbir gerçeği gizlemesin. Kim gizlerse, artık şüphesiz o kalben / bile isteye / gönülden büyük günaha girmiş demektir. Allah, bütün yaptıklarınızı çok iyi bilendir. Nitekim göklerde ve yeryüzünde ne varsa Allah’ındır. (Siz şahitlik ederken) içinizdekileri açığa vursanız da gizli tutsanız da Allah onunla sizi hesaba çeker. Sonra dilediği kimseyi bağışlar, dilediği kimseyi de azaplandırır. Allah, her şeye en Kadirdir. (Bakara Suresi 283-284)
38.10. Cenab-ı Hakk’ın Elçisine Veda Zamanının Geldiğini Bildirmesi ve Müminlere Uyarılar
Cenab-ı Hak, elçisine artık ayrılık vaktinin geldiğini bildirdi ve müminlere / ümmete son mesajlarını inzal etti. Bu mesajlar ile müminlerin Hz.Muhammed@ sonrasında izleyecekleri stratejiyi ve her peygamberin arkasından ümmetlerin düştüğü hatayı gündeme taşıyarak müminlerin de aynı hataya düşmemeleri konusunda ikazlarını iletti. Hz.İsa kıssası üzerinden verilen bu mesajlar özetlenecek olursa;
“Önce Hz.Muhammed’den@ sonra müminlerin ne yapacakları sorulur ve bir nevi Hz.Muhammed’in@ Rabbinin huzuruna gidildiği zaman yüzünün kara çıkarılmaması tembihlenir. Daha sonra Hz.Muhammed’in@ Rabbinin inayet ve yardımı ile ümmete yaptığı hizmetler sayılır ve bütün bunların aslında Cenab-ı Hakk’ın elçisine yaptırdığı faaliyetler olduğu belirtilerek asıl faile yani Allah’a işaret edilir. Böylece peygamberimiz vefat ettiğinde de müminlerin sığınacağı makam ve merciin yine Allah olduğu bildirilmiş olur. Cenab-ı Hak, elçisine vaat ettiği fetihleri / zaferleri ve Arap yarımadası ölçeğindeki kabilelerin tevhidini o hayattayken gerçekleştirmeyi nasip etmişti. Fakat peygamberimizin dilinden vaat ettiği Bizans, Mısır ve İran’ın fetihleri ise o hayatta iken gerçekleşmemişti. Mümin ileri gelenler bu vaatlerin de gerçekleşmesi için Hz.Muhammed’den@ dua etmesini istediler. Cenab-ı Hak, takvalı davranmaları halinde bu vaadin de gerçekleşeceği müjdesini verdi. Fakat bu müjde gerçekleştirildikten sonra yani bütün bu ülkeler fethedildikten sonra eğer «İlahi yoldan» sapılacak olursa bunun cezasının da çok korkunç olacağını ve âlemlerde hiçbir topluluğun yaşamadığı azabın doğru yoldan sapan müminlere yaşatılacağı tehdidi yapıldı. Arkasından ilahi yoldan sapmaya yol açan yanlışlardan en fazla yapılan yanlış olarak geçmiş ümmetlerin düştüğü hata zikredildi. Söz konusu yanlış, geçmiş ümmetlerin peygamberlerini ilahlaştırmalarıydı. Müminler de aynı yanlışı tekrar ederek Hz.Muhammed’i@ ilahlaştırmamaları konusunda uyarıldı. Zira bunun kendilerini bekleyen en büyük tehlike olduğunu ve geçmiş toplulukların bu tehlikeyi atlatamadıkları bilgisi verildi. Müminlerin eski şirk sistemine “şekil” açısından düşme tehlikelerinin olmayacağı fakat şirkin başka bir formu ile bu yanlışı tekrar edebileceklerine değinildi. Böyle bir durumda vefat etmiş olan Hz.Muhammed’in@ elinden hiçbir şey gelmeyeceği bilgisi de paylaşıldı.”
Yukarıda özetle sunulan müminlere yapılan uyarılar, Cenab-ı Hakk’ın bütün peygamberleri hesaba çekeceği gün yapılan konuşmalar ve özellikle Hz.İsa ile arasında geçen temsili konuşma üzerinden Maide Suresinin son ayetleri eşliğinde verildi.
109- Allah, bütün Peygamberleri huzurunda topladığı gün onlara: “Sizden sonra ideolojinize /dininize / dünya görüşünüze / davetinize ne derece uyuldu / icabet edildi?” diye sorar. Peygamberler: “Bizim bu konuda hiçbir bilgimiz yoktur, hiç şüphesiz ki gaybı bilen yalnızca Sen'sin, Sen” diyeceklerdir. (Maide Suresi 109)
Cenab-ı Hak peygamberimiz dâhil bütün peygamberleri huzurunda toplayıp kendilerinden sonra kendisine iman eden ümmetlerinin kendileri vefat ettikten sonra onlara getirdiği dine / ideolojiye / öğretiyi ne kadar uyduklarını sormakla peygamberimizin de bu soruya muhatap olacağı ve müminlerin peygamberimizden sonra İslam Dinine / ilahi öğretiye ne kadar sahip çıktıklarının sorulacağı ifade edildi. Ama peygamberimiz dâhil tüm peygamberlerin kendileri vefat ettikten sonra ümmetlerinin doğru yolda gidip gitmedikleri konusunda herhangi bir bilgilerinin olamayacağını söyleyecekleri belirtildi. Bu ifade ile aynı zamanda peygamberimizin ümmeti üzerinde herhangi bir tasarrufunun olmayacağına da vurgu yapıldı.
Daha sonra Hz.İsa’nın hayatı ve ahirette karşılaşacağı sorgulama üzerinden müminleri bekleyen tehlikeye işaret edildi. Müminler de tıpkı Hristiyanlar gibi peygamberimizi tanrılaştırma tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Ama söz konusu uyarıyı yapmadan önce Hz.İsa’nın ümmeti için yaptığı fedakârlıklar ve gösterdiği mucizeler ile inkârcılara karşı yapılan mücadele anlatıldı. Bu mücadelenin sonunda havarilerin Hz.İsa’dan Cenab-ı Hakk’ın mucizevi olarak gökten bir sofranın indirmesi için dua etmesine ilişkin talepleri anlatıldı. Onların taleplerinin Cenab-ı Hak tarafından yerine getirileceğini ama bu talep yerine geldikten sonra buna rağmen doğru yoldan sapacak olurlarsa can yakan azap ile cezalandırılacakları vurgulanır.
110-115- Allah şöyle diyecek: “Ey Meryem oğlu İsa, sana ve annene verdiğim nimetimi düşün. Seni Kutsal Ruh / vahiy ile desteklemiştim de beşikteyken de olgunluk çağında da insanlara konuşuyordun. Sana Kitabı, Hikmeti, Tevrat ve İncili öğrettim. İznimle, çamurdan bir kuş yapıyordun ve yine iznimle ona üflediğinde o canlı bir kuş oluyordu. Doğuştan körü, cüzzamlıyı iznimle iyileştiriyor, yine benim iznimle ölüleri diriltiyordun. İsrail oğullarına apaçık deliller/ ayetler ile geldiğinde onlardan inkârcı olanlar: “Bu apaçık bir sihirdir” demişlerdi de o inkârcı İsrail oğulları sana saldırdıklarında onlara engel oldum ve sana hiçbir zarar veremediler.” Havarilere de: “Bana ve Peygamberime iman edin / güvenin” diye vahyetmiştim. Onlar da: “İman ettik / güvendik, gerçekten müslüman / teslim olduğumuza Sen de şahit ol” demişlerdi. Havariler: “Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin, bize gökten bir maide / sofra indirebilir mi?” dediler. O da: “Eğer inanıyorsanız / güveniyorsanız Allah'ın emirlerine uymakta hassasiyet gösterin” dedi. Havariler: “Biz istiyoruz ki ondan yiyelim kalplerimiz yatışsın / mutmain olsun. Hem de senin bize doğru söylediğini (vaadinin hak olduğunu) bilelim ve ona şehadet edenlerden olalım” dediler. Bunun üzerine Meryem oğlu İsa: “Ey Rabbimiz olan Allah’ım, Bize gökten öyle bir sofra indir ki hem bizim için hem şu andaki neslimiz için hem de sonradan gelecek nesillerimiz için bir bayram ve Sen’den açık bir mucize / işaret olsun. Bizi onunla rızıklandır. Sen, rızık verenlerin en hayırlı ve en cömert olanısın.” dedi. Allah da şöyle buyurdu: “Ben onu size şüphesiz indireceğim. Ama ondan sonra içinizden kim inkâr ederse, âlemlerde hiçbir kimseye etmediğim azabı ona edeceğim!” (Maide Suresi 110-115)
Cenab-ı Hak yukarıdaki ayetlerle aslında Hz.Muhammed’in@ ve ashabının / yakın arkadaşlarının yaptığı mücadele ve elde ettikleri kazanımları Hz.İsa kıssası üzerinden anlatmış oluyordu. Şöyle ki: "Ey Muhammed, sana ve ashabına verdiğim nimetimi an /hatırla. Seni Vahiy (Kutsal Ruh) ile destekledim de böylece hem Mekke’deki zayıflık döneminde (Hz. İsa’nın beşikte konuşması metaforu) hem de Medine’deki olgunluk çağında (Hz. İsa’nın yetişkinliği metaforu) insanlara dini / dünya görüşünü anlattın (onlara konuştun), insanları davet ettin / çağırdın / müzakere ettin. Sana Kitabı ve Hikmeti / yasa ve hükümleri verdim. Medine’deki yaşamında sana Yahudilerin ve Hristiyanların şeriatlarını / yasalarını öğrettim. (Hz.İsa’ya Tevrat ve İncili öğretmesi metaforu) Sana verdiği İlahi Öğreti sayesinde idaresini/ başkanlığını üstlendiğin Medine toplumunun kaderini çiziyor / politikasını belirliyor ve o kader/ politika çerçevesinde Medine’deki İslam Toplumunu harekete geçirip o toplumu yükseltiyor, uçuruyordun. (Hz.İsa’nın çamurdan bir kuş yapması ve ona üfürdüğünde onun canlı bir kuş olması metaforu). Atalarından tevarüs eden körlükle geleceği ve hakikati göremeyen kabilelerin / toplumların İlahi öğreti ile gözlerini açıyordun. (Hz.İsa’nın doğuştan kör olan kimselerin gözlerini açması metaforu) Şirk toplumunda kendisinden cüzzamlı gibi kaçılan fakir, yoksul ve sahipsizlerin durumlarını İslam Toplumundaki sosyal düzen ile düzeltiyordun. (Hz.İsa’nın cüzzamlıları iyileştirmesi metaforu) Şirk sistemi ve öğreti nedeniyle ölmüş toplumları / kabileleri verdiğimiz İlahi öğreti / Kitapla diriltiyordun. (Hz.İsa’nın ölüleri diriltmesi metaforu) Mekkeli müşriklere apaçık deliller ile geldiğinde onlardan inkârcı olanlar: "Bu apaçık bir sihirdir" dediler. Sana zarar vermek / seni öldürmek istediklerinde, Ben onlara engel oldum ve sana hiçbir zarar veremediler." (İsrail oğullarının Hz.İsa’ya hiçbir zarar verememiş olmalarına bir metafor)
Tıpkı Hz.İsa’nın Havarilerine seslendiğim gibi senin ashabına / yakın arkadaşlarına da: “Bana ve Peygamberime iman edin / güvenin” diye vahyettim. Onlar da: “İman ettik / güvendik, gerçekten teslim olduğumuza Sen de şahit ol” dediler ve devamında şöyle bir talepte bulundular: “Ey Allah’ın Peygamberi, bize peygamberliğin süresince sürekli vadettiğin üzere kendisinden her türlü rızık temin edeceğimiz Bizans, Suriye, Irak, Mısır, İran gibi büyük bir ülke(leri) fethetmeyi Rabbinden isteyebilir misin?” dediler. (Havarilerin Hz. İsa’dan içinden yiyecekleri bir sofra istemelerine bir metafor) Peygamberde: “Eğer inanıyorsanız / güveniyorsanız Allah'ın emirlerine / ilkelerine uyma hususunda hassasiyet gösterirseniz / Allah’ın çizdiği politika ve benim izlediğim politikayı takip ederseniz işte o zaman bu arzunuz da yerine getirilecektir.” dedi. Ashab / Yakın Arkadaşları: “Biz istiyoruz ki senin bize vadettiğin o büyük ülke(ler)nin ürettiği binbir çeşit rızıklardan yiyelim / istifade edelim ve böylece kalplerimiz bize vaat ettiğin hususta mutmain / tatmin olsun ve senin bize doğru söylediğini bilelim ve ona şehadet edenlerden olalım” dediler. (Havarilerin istedikleri sofradan rızıklanmaları ile Hz.İsa’nın kendilerine yaptığı vaatlerin doğru olduğuna kalplerinin tatmin olması ve şahitlik yapmalarına bir metafor) Bunun üzerine Allah’ın peygamberi Muhammed@ : “Ey Allah'ım! Ey Rabbimiz! Bize büyük bir ülke(leri) (gökten bir sofranın indirilmesi metaforu) ver de, bizim için, hem şu andaki neslimiz hem de sonradan gelecek nesillerimiz için bir bayram ve Sen’den bir mucize olsun. Bizi o ülkenin (ülkelerin) ürünleri ile rızıklandır. Sen, her zaman en hayırlı rızık veren ve en cömert olansın.” diye dua etti. Allah bu duaya şöyle cevap verdi: “Ben onu size muhakkak indireceğim / nasip edeceğim, ama bundan sonra içinizden kim inkâr ederse / doğru yoldan saparsa, dünya da hiçbir kimseye etmediğim azabı ona edeceğim!” buyurdu. ([5])
Daha sonra Cenab-ı Hak, Hz. İsa’ya kendisini ve anasını kendi takipçilerine ilah edinmelerini kendisinin söyleyip söylemediğini soracağını bildirdi. Elbette ki böyle bir şey söylemediğini Cenab-ı Hak bilmektedir. Yüce Rabbimizin böyle bir şeyden haberdar olmaması düşünülemez. Ama Hz.İsa’dan sonra takipçilerinin onu ve annesini tanrı edinmeleri üzerinden müminlere mesaj vermek için ahirette yaşanacak bir sahne niteliğinde sorgulamayı anlattı. Zaten Hz.İsa’da bu hususu ifade ettikten sonra kendisinin hayattayken takipçilerine / havarilerine sadece Allah’a kulluk etmelerini istediği belirtir. Hayattayken bunu emreden bir peygamberin vefat ettikten sonra kendisini ululaştırarak ilahlaştırmalarını istemesi zaten olacak şey değildir. Hz.İsa yaşarken kendi havarileri üzerinde kontrol sahibiydi. Ancak öldükten sonra onların üzerinde herhangi bir tasarrufu olmadığından havarilerinin / takipçilerinin yaptıkları yanlışlardan da sorumlu olmayacakları açıktır. Hz.İsa bunları ifade ettikten sonra takipçilerinin sapıp sapmadıklarını en iyi bilenin kendisi olduğunu Rabbimize söyler ve arkasında onların neyi hak ediyorlarsa karşılığını Cenab-ı Hakk’ın bizzat vereceğini ifade ediyor. Bu hususlar aslında Hz.Muhammed’in@ vefatından sonra müminlere yönelik Hz.İsa ve havarileri üzerinden verilen mesajlardır. Bu mesajlar Maide Suresinin müteakip ayetlerinde şöyle ifade edildi;
116-120- Allah: “Ey Meryem oğlu İsa, insanlara “beni ve annemi Allah'ın yanında iki ilah edinin” diye sen mi söyledin?” deyince, İsa diyecek ki: “Seni tenzih ederim, hak / doğru / gerçek olmayan bir sözü ben nasıl söylerim? Zaten böyle bir şey söylediysem muhakkak Sen onu bilirsin. Sen benim bütün söylediklerimi ve düşündüklerimi / içimdekileri bilirsin, fakat ben asla Senin zatında olanı bilemem. Hiç şüphesiz ki Sen gaybı her şeyiyle bilensin. Ben onlara, sadece Senin bana emrettiğin üzere “Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin” dedim. Onların arasındayken ben onların yaptıklarına şahittim. / kontrol ediyordum. Fakat Sen beni vefat ettirdikten sonra, onların ne yaptıklarını gözetleyen sadece Sen oldun. Zaten Sen, her şeye hakkıyla şahitsin. Eğer onlara azap edersen, hiç şüphesiz onlar Senin kullarındır. (Dilediğini yaparsın). Eğer onları bağışlarsan, yine şüphe yok ki sen mutlak galip ve hikmet sahibisin.” Allah şöyle diyecek: “Bugün sözlerinde sadık olanların sadakatlarının fayda vereceği gündür. Onlara, içinde ebedî kalacakları, ağaçlarının altından ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razıdır. İşte büyük başarı ve mutluluk budur.” Göklerin, yeryüzünün ve içlerinde bulunan her şeyin mutlak egemenlik ve hükümranlığı yalnızca Allah'a aittir. O, her şeye kadirdir. (Maide Suresi 116-120)
Hz.İsa ile Cenab-ı Hak arasında ahirette cereyan edecek muhavere üzerinden aynı şekilde müminlere aşağıdaki hususlar anlatılmak istenildi;
“Eğer müminler peygamberimizi ilahlaştıracak olurlarsa Cenab-ı Hak peygamberimizi şöyle sorgulayacak: Allah: “Ey Muhammed, sen mi insanlara, “beni ve yakınlarımı Allah'tan başka ilahlar edinin” dedin?” diye sorunca, Muhammed diyecek ki: “Seni tenzih ederim, ben böyle hak olmayan bir sözü nasıl söylerim? Zaten böyle bir şey söyleseydim hiç şüphesiz ki Sen bunu bilirdin. Sen benim söylediklerimin ve düşündüklerimin hepsini bilirsin, fakat ben asla Senin ilminde olanı bilemem. Hiç şüphesiz ki gaybı / geleceği bilen yalnızca Sen'sin, Sen. Ben onlara, sadece Senin bana emrettiklerini söyledim, yani: “Yalnızca, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin” dedim. Onların arasındayken ben onların yaptıklarına şahittim / kontrol ediyordum. O zamanlar böyle sapıkça doğru yoldan çıkan eylem ve söylem içerisinde değillerdi. Fakat Sen beni vefat ettirdikten sonra, onların ne yaptıklarını gözetleyen sadece Sen oldun. Çünkü Sen, her şeye hakkıyla şahitsin.” Şayet onlar bu şekilde azıp saptılarsa ve eğer Sen de onlara azap edersen, hiç şüphesiz onlar Senin kullarındır. (Dilediğini yaparsın). Eğer onları bağışlarsan da hiç şüphesiz ki sen izzet ve hikmet sahibisin" dedi. (Bu konuşmadan sonra) Allah şöyle buyurdu: “Bu, verdikleri ahide sadakatle bağlı olup doğru yolda istikrarlı bir şekilde gidenlere ahitlerine bağlılığın /doğru yolda sebat etmelerinin mükâfatlarının verileceği gündür. Onlara, içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve zafer budur. Göklerin, yeryüzünün ve içlerinde bulunan her şeyin mutlak egemenlik ve hükümranlığı yalnızca Allah'a aittir. O, her şeye kadirdir.”
38.11. Yalancı Peygamberlerin Çıkması
Peygamberimiz atomize halde bölünmüş bir toplum yapısı arz eden Arap kabilelerini bir araya getirerek İslam Cumhuriyeti olarak büyük bir devlet kurmayı başarmıştı. O, söz konusu bu cumhuriyetin içerisine İran, Mısır, Bizans ve hatta tüm insanlığı (âlemleri) dâhil ederek Allah’ın inzal ettiği öğretinin egemenliği altında barış içerisinde bir insanlık ailesi oluşturmaya çalışıyordu. Fakat eski şirk sisteminin güya Müslüman olmuş ileri gelenleri tekrar eski şirk sistemine döndürmeye çalışıyorlardı. Söz konusu bu ileri gelenler İslam Cumhuriyetinin / Allah ve Peygamberinin hâkimiyetine karşı duramayıp yenilmişlerdi. Onlar İslam Cumhuriyeti ile doğrudan mücadele yerine İslam’ın nübüvvet ilkesini kullanarak şeytani bir hileye başvurdular. Onlar İslam öğretisinin temel öğretilerini inkâr edip karşı çıkmak yerine kendilerini bu öğretinin peygamberi ilan ettiler. Bu şeytani yöntemle ya Arap yarımadası bütününde oluşan ulusal birliğin liderliğini ele geçirmeyi hedeflediler ya da en azından oluşan bu birliğin mülkiyetinde / yönetiminde bölünme yaratma gayreti içine girdiler.
Peygamberimizin daha sağlığında başlayan İslam Cumhuriyetini bölme çabalarında Yemen tarafında Esvedül Ansi ve Yemame taraflarında da Müseyleme başı çekmekteydi. Her ikisi de peygamberlik iddiasında bulunmaktaydılar. Çevresindeki kabilelerin şirkten yana olan diğer liderleri / ileri gelenleri de bu sahte peygamberlerin şeytaniliklerini anladılar ve hemen onların tarafında yer almaya başladılar. Peygamberlik iddiası ile ortaya çıkan bu iki sahtekar isyancıya Tuleyha b. Huveylid de katılarak peygamberlik iddiasında bulunan lider sayısı üçe çıktı.
Sahte peygamberlerin insanları kandırmaları kolay oluyordu. Onlar çeşitli hokkabazlık numaraları ile cahil halkı mucize gösterdiğine inandırdıkları gibi Kur’an’dan bazı surelerin bazı ayetlerini aynen ya da biraz değiştirerek kullandıkları benzer sureler üretiyorlardı. Kur’an’daki surelere benzer olarak uydurdukları sureleri halka okuyarak kendilerine vahiy geldiğine halkı inandırıyorlardı. Onların peygamberlik iddialarına kanarak çevrelerine bazı kabileleri toplamaları, gelecekte İslam Cumhuriyeti yöneticilerinin başının çok ağrıyacağına bir işaretti. Bu nedenle Hz.Muhammed@ hemen tedbir alınması için valilere talimatlarını gönderdi. Alınan tedbirlerle peygamberimiz vefat etmeden önce Esvedül Ansi öldürüldü. Fakat Müseyleme ve Tuleyha kolay lokma değildiler. Müseyleme çevresinde topladığı kabileler ile büyük bir güç oluşturmuştu ve bu güce dayanarak peygamberimize mektup yazmıştı. Müseyleme mektubunda kendisinin de peygamber olduğunu ve İslam Cumhuriyetini birlikte oluşturacakları bir koalisyon ile yönetmeyi teklif ediyordu. Onun niyeti İslam Cumhuriyetinin hükümetine ve hazinesine ortak olmaktı. Daha önceleri sadece kabile bazında gelirleri olan kabile liderleri İslam Cumhuriyetinin topladığı zekât ve cizye gelirlerinin kabile gelirleri ile kıyaslandığında devasa bir büyüklüğe sahip olduğunu görmüşlerdi. Onlar peygamberlik iddiası ile koalisyona dâhil olurlarsa muazzam büyüklüğe kavuşmuş bir İslam Cumhuriyetinin hazinesini yoksullar, yolda kalmışlar, acizler, kamu hizmetinde bulunan memurlar için kullanmak yerine eskiden olduğu gibi kendi menfaatlerine kullanmayı düşünüyorlardı. Peygamberimiz İslam Cumhuriyetinin hazinesini kamu için kullanarak halkın gönlünü fethetmişken onlar İslam Cumhuriyetinin iktidar ve hazinesine sahip olarak elde ettikleri gücü zulüm ve baskı aracı kullanmak suretiyle halkı kendilerine zorunlu boyun eğdirmeyi istiyorlardı.
Peygamberimiz Müseyleme’nin bu koalisyon teklifini şiddetle reddetti ve onun sahtekâr / yalancı olduğunu bildiren cevabi bir mektup gönderdi. Fakat İslam Cumhuriyetini ele geçirmek ya da eski şirk sistemine dönmek isteyen eski müşrik efendiler bu şeytani metoda sarılacak olurlarsa İslam Cumhuriyeti yöneticilerinin başının çok ağrıyacağı muhakkaktı. Bu sahte peygamberler şiddet kullanılarak yok edilmeliydi. Aksi takdirde bu furya yayılır ve tekrar eski şirk sistemine dönülürdü. Bu kez herkesin kendi tanrısı yerine kendi peygamberi olur ve kabileler bağımsızlıklarını kendi peygamberleri aracılığıyla ilan ederlerdi. Sonunda yine birbirini yiyen kabilelerden oluşan şirk / bölünmüşlük tekrar geri gelirdi. Bu nedenle İslam Cumhuriyetinin geleceğini tehdit eden bu tehlike derhal bertaraf edilmeliydi.
38.12. İslam Cumhuriyetinin Kuzey Sınırında Hareketlenmeler
İslam Cumhuriyetini tehdit eden bir diğer tehlike ise Kuzeydeki Bizans ve Gassanlılardı. Tebuk Seferi ile onlara kılıç gösterilmişti ama onlarda burunlarının dibinde meydana gelen ve sürekli büyüyen İslam Cumhuriyetinin önünü alamazlar ise bu hareketin başlarına büyük bela açacağını görüyorlardı. Bu nedenle Gassanlılar Hz.Muhammed’in@ Tebük Seferi ile egemenliğine kattığı şehirlere rahatsızlık veriyorlardı ki böylece kendi egemenlikleri altındaki halkın İslam Cumhuriyetinden etkilenerek İslam Topluluğuna katılma istekleri yok olsun.
Bir gün Hz.Muhammed’in@ gönderdiği valiyi Gassanlıların öldürdüklerine dair bir haber Medine’ye ulaşır. Bu siyasi cinayet haberi alınır alınmaz, Hz.Muhammed@ sınır bölgelerinin güvenliğinin sağlanması için bir sefer düzenlenmesi talimatını verdi. Ordu Filistin taraflarına kadar gidecekti. Hz.Muhammed@ İslam Ordusunun başına Usame bin Zeydi komutan olarak tayin ettiğini bildirdi ve sefer hazırlıklarına başlandı.
[1] ) NOT: Burada “Beyt” kavramını “Başkanlık” olarak anlarsak ehli beyti sadece peygamberimizin aile efradı olarak değerlendirmek mümkün olmaz. Başkanlık kadrosunda bulunan yani İslam Devletinin tüm idari kadrosu Ehli Beyt kavramının kapsamına girer. Dolayısıyla peygamberimiz Veda hutbesinde İslam Devletinin tüm vatandaşlarına Kur’an’a / İlahi Öğretiye ve İslam Devletinin Başkanlık Kadrosuna / Ehli Beyte sahip çıkılmasını istiyor. Kendisinden sonra bunlara sahip çıkılırsa kurulan sistem yıkılmaz ve daha ileri gider diyor. (A.A.)
[2] ) NOT:Kur’ân’ın bildirdiği şeytân çarpması, insanın ağzının burnunun eğilip büzülmesi değil şeytânî karakterdeki insanların kötü özelliklerini bir kişiye telkin edip onu kontrol altına almasıdır. Yani, şeytânî özellikte olan şeylerin bir kişiyi ele geçirmesidir ki bu durumda o kişiyi şeytân çarpmış demektir. (A.A.)
[3] ) NOT: Burada başkaldırının esas aktörleri Taifli tefeciler olduğu için sadece onlardan bahsedilmiştir. Elbetteki Mekke ve diğer şehirlerde de tefeciler vardı. Ama Taifliler neredeyse tüm bölgenin tefecileriydi. Tefecilik onların esas iştigal alanıydı ve bunu meslek edinmişlerdi. Onlar tefecilikleriyle ünlenmişlerdi. Bir diğer ifadeyle faizli sermaye piyasasının merkezi Taifti. Diğer şehirdeki tefeciler onların ancak şubeleri olabilirdi. (A.A.)
[4] ) NOT: Bankalardaki kredi sözleşmelerinin karınca duası gibi ve borçlunun hiç anlamadığı hükümler kimin menfaatinedir? Değil ki Devlet bu konuda borçluyu koruyan düzenlemeler koysa da bankalar kendi alacaklarını ve faiz tutarlarını hatta dosya masrafı vb adlar altında daha fazla getirilerini garantiye almak için kredi sözleşmelerine çok çeşitli hükümler koymaları aynı faizci zihniyeti göstermektedir. (A.A.)
[5] ) Nitekim bu dua da kabul oldu ve müminler İran’ı, Bizans’ı, Suriye’yi, Irak’ı, Mısır’ı….. fethettiler.
38.13. Hz.Muhammed’in@ İslam Cumhuriyeti İleri Gelenleriyle / Sahabelerle Son Toplantısı
Peygamberimiz ileri gelen sahabelerini son gelişmeleri değerlendirmek için toplantıya çağırdı. Bu toplantı peygamberimizin mescitte kıldıracağı yani imamlık yapacağı bir diğer ifadeyle başkanlık yapacağı son salattı / namazdı/ toplantıydı. Zira sefer yapmaya karar verildikten bir gün sonra hastalandı. Kendisi durumunun iyi olmadığını anladığından dolayı devletin işlerinin devam ettirilmesi için gerekli tedbirleri bu toplantıda almayı planladı. Bu toplantıda hastalığı sürecinde ve vefatından sonra İslam Cumhuriyetini bekleyen tehlikeleri nasıl yok edecekleri değerlendirilecekti. Vefat etmesi durumunda Peygamberimiz Devletin başına geçmesini istediği kişinin işaretlerini de vermek istemişti. Yapılan toplantıda / kılınan salatta hem Suriye tarafındaki gelişmeler hem de sahte peygamber adı altında kabilelerin girişecekleri isyan hareketlerini görüştüler. Durum çok kritikti. İslam Cumhuriyeti ani büyümesinin getirdiği sancıları yaşıyordu ve gerekli tedbirler alınmazsa kazanımlar birden yok olabilirdi. Durumun vahametini kavrayan sahabelere nasıl davranmaları gerektiğini göstermek için Cenab-ı Hak Bakara Suresinin son iki ayetini inzal ederek yol gösterdi. Bu son ayetler Hz.Muhammed’in Rabbine yükseldiği zamanda nazil oldu ve kapanış ayetleri idi. 23 yıllık bir mücadelenin sonunda mücadeleyi özetleyen ayetlerdi. Hem Hz.Muhammed@ hem de müminler Allah’ın vahyine güvenmişler ve o güvenle hareket etmişlerdi. Bu son iki ayet ile yapılan ve bundan sonra yapılacak hizmetler sırasında unutarak ya da bilmeyerek yapılan / yapılacak hata ve kusurların bağışlanmasının Cenab-ı Hak’tan niyaz edilmesi öğretilir. Elbette hizmetler sırasında hatalar ve kusurlar olacaktır. Ama her zaman yapılan / yapılacak eylemlerde Allah’ın rızası gözetilir ve O’nun şimdiye kadar öğrettiği ilke ve usullere samimiyetle riayet etmeye çabalandığı takdirde şimdiye kadar olduğu gibi Cenab-ı Hak kendilerine yine başarıyı nasip edecektir. Cenab-ı Hak, hiç kimseye gücünün üzerinde bir yük yüklemeyeceğini ve kim iyilik yolunda mücadele ederse onun mükâfatını ve kim de mükellefiyetlerini yerine getirmezse onun cezasını göreceğini bildirdi. Dolayısıyla içinde bulundukları kritik durumu doğru davranış gösterdikleri takdirde atlatabileceklerine işaret edildi. Yeter ki bundan sonra ki mücadele de başarı ve zaferlere erişmek için Allah’a güvenip, O’na sığınıp yine O’ndan yardım talep edilsin. Bu son ayetler hem peygamberimizin bir vedası hem de Cenab-ı Hakk’ın öğrettiği şekliyle peygamberimizin müminlere bir vasiyeti idi. ([6]) Samimiyetle Allah için yaptığınız harekette hata da yapsanız Rabbiniz sizi bağışlar ve samimiyetle O’na sığınırsanız O size başarı ve zaferleri nasip eder diye müminler eğitiliyordu.
285-286- Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti / güvendi, müminler de. Onların hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar. / güvendiler. “Peygamberleri birbirinden ayırt etmeyiz. İşittik ve itaat ettik, Ey Rabbimiz affını dileriz! Dönüş sanadır!” dediler. “Rabbimiz! Unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan / kastımız olmaksızın yaptığımız hatalarımızdan dolayı bizi sorguya çekme! / cezalandırma! Rabbimiz! Yüklediğin sorumlulukları üstlenmekten kaçınan bizden önceki toplumların durumuna düşmekten bizi koru!” -Hâlbuki Allah hiç kimseye gücünün üstünde / yapamayacağı bir sorumluluk yüklemez. Böylece sorumluluğunu yerine getiren herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği kötülük de kendi aleyhinedir.- “Rabbimiz, takat (güç) yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme! Bizi affet! Bağışla bizi, merhamet et bize! Bizim Mevlamız / yardımcımız / yol göstericimiz / koruyucumuz / Kralımız / Egemenimiz Sensin. Kâfir / İnkâr eden/ İsyan eden / Karşı duran kavimlere karşı bize yardım et!” (Bakara Suresi 285-286)
Toplantıdan / salattan / namazdan sonra peygamberimiz hasta olduğu süreçte toplantılara / salatlara / namazlara imamlık yani başkanlık yapma görevini Hz. Ebu Bekir’e vererek tüm müminlere kendisinden sonra İslam Cumhuriyetinin başına onun geçmesi gerektiğine işaret etmiş oldu. Her ne kadar bu konuyu kesin bir kural / yasa haline getirmediyse de o sırada gösterdiği bir işaret ile en uygun adayın Ebu Bekir olduğuna dikkat çekti. Dahası sadece işaret etmekle yetinerek İslam Cumhuriyeti başkanının nasıl seçileceği hususunda ümmetin kendisinin zamana ve şartlara göre başkanlarını belirlemesinin doğru olacağını ortaya koydu. Ayrıca Ensar’ın faziletlerini zikrederek onlara iyi davranılmasını vasiyet etmesi de kendisinden sonra başkanlığa gelecek kimselerin muhacirlerden olacağına işaretle onların Ensar’a değer vermelerini istedi.
Bu toplantıdan / salattan yaklaşık on iki gün sonra da peygamberimiz vefat etti. Usame b Zeyd peygamberimiz vefat etmeden hemen önce vedalaşmak için gelmişti. Ancak peygamberimizin çok ağırlaştığını görünce işi ağırdan aldı. Hz. Ebu Bekir ve Hz.Ömer gibi İslam Cumhuriyetinin ileri gelenleri de işi ağırdan alıyorlardı. Zira hastalığı iyice ağırlaşmış olan peygamberimizin vefat etmesi halinde yalancı peygamberlerin peşinden giden kabilelerin Medine’ye saldırma ihtimaline karşı Medine’nin savunulması için bu orduya ihtiyaç var olduğunu düşünüyorlardı. Peygamberimiz ise bu sefere çok önem veriyordu. Ve bu seferin mutlaka gerçekleştirilmesini hastalığı boyunca her kendine geldiğinde tekrarlıyordu.
38.14. Hz.Muhammed’in@ Vefatı
O gün akşama doğru peygamberimiz ruhunu teslim etti. Ordu karargâhında bulunduğu sırada peygamberimizin vefat haberini alan Hz. Ömer, derhal Mescide gitti. Vefat haberini alan tüm Medineliler Mescide akın akın geliyorlar ve ağıtlar yakıyorlardı. Peygamberimizin vefat haberinin Medine dışına çıkmaması gerekiyordu. Zira durum çok kritikti. Eğer peygamberimizden sonra İslam Cumhuriyeti’nin Başkanı belli olmadan vefat haberi Medine dışındaki kabilelere ulaşacak olursa, pusuda isyan için fırsat kollayan kabilelerin Medine’ye saldırı tehlikesi mevcuttu. Özellikle peygamberliğini ilan etmiş sahte peygamberlerin liderliğindeki kabileler Medine’ye saldıracak olurlarsa ve o zamana kadar peygamberimizin yerine geçecek başkan belirlenmemiş olursa devletin yıkılması işten bile değildi. Bu nedenle Hz.Ömer hemen tedbir aldı ve kimsenin Hz.Muhammed’in@ öldüğüne dair tek bir kelime etmemesini emretti. Eğer bu emre aykırı davranacak olan olursa onun kellesini almakla tehdit etti. Bu tedbire ek olarak Medine’ye giriş çıkışları yasakladı. Öncelikle başkanlığın belirlenmesi gerekmekteydi. Bu sorun halledilmeden vefat haberi uçarsa çevredeki kabilelerin saldırı tehlikesinin yanında onların başkanlık seçimine çeşitli müdahaleleri olacağı gibi bu müdahaleleri sırf Medine’yi içerden karıştırma amaçlı olarak da yapacakları açıktı. İslam Cumhuriyeti başkanlık kavgalarıyla başsız kalacak olursa kaosa yuvarlanması kaçınılmazdı. Kaos içindeki bir devletin hem içeriden hem de dışarıdan saldırılara açık olduğu aşikârdı.
Öncelikle yapılması gereken şey Devleti başsız olmaktan kurtarmak ve karar mekanizmalarını tesis ederek kaosa meydan vermemekti. Bu amaçla ileri gelenlerin kendi aralarında uzlaşarak kabul ettikleri bir devlet başkanının hemen seçilmesi en elzem işti. ([7]) Bu nedenle Hz.Ömer Hz.Muhammed’in@ vefat haberinin Medine dışına yayılmasını engellemek için «Muhammed öldü diyenin kellesini alacağı» tehdidinde bulunmuştu. Böylece Hz.Ömer son derece basiretle hareket ederek bu haberin yayılmasını engellemiştir. O’nun bu hareketi duygusal ve akıl dışı hareket eden insanların davranışlarını yansıtıcı şekilde aktarılan rivayetlere kurban edilemez.
Hz.Muhammed’in@ hücresine kimsenin alınmaması tedbiri de getirilir. Hz.Aişe’nin hücresinde ve cenazenin başında sadece Hz.Ali, Hz.Abbas, Zübeyr b. Avvam…….,Hz.Aişe vb. kalmasına müsaade edildi. Sadece Hz.Ebu Bekir gelince cenaze ona gösterildi. Fakat elbette ki vefat haberini Medine içerisinde saklamak mümkün değildi. Haberi duyanlar mescide gelmişlerdi. Önemli olan devletin kaosa yuvarlanmasını önleyip otorite sağlanıncaya kadar vefat haberinin Medine dışına geç gitmesiydi. Ayrıca cenazenin defin işlemleri ve töreni konusunda alınacak kararlar için de Devlet Başkanının seçilmesi ivedilik arz etmektedir. Bu nedenle İslam Cumhuriyetini bekası için önce başkanlığın belirlenmesi sonrasında ise Medine’nin çevreden gelecek isyan saldırılarına karşı savunma hazırlıkları yapılmalıydı.
38.15. Hz.Ebu Bekir’in Halife Seçilmesi
Öncelikle ileri gelenlerin kendi aralarında seçecekleri bir başkan / halife nizamı sağlayacak daha sonra bu başkan / halife halkoyuyla resmiyet kazanacak ve ilan edilecekti. Hazreçliler bu amaçla hemen kendi aralarında istişareye başlamışlardı. Onlar Beni Saide adı ile anılan gölgelikte / çardakta toplanmışlar ve başkanlık / halifelik seçimi için muhacirlerin ileri gelenleriyle yapılacak toplantı öncesi kulis faaliyeti yapmaktaydılar. Onlar kulis faaliyetini tamamladıktan sonra Hz.Ömer ve Hz.Ebu Bekir’e başkanlık / halife seçimine ilişkin müşaverelerde bulunmak üzere haber gönderdiler. Haberci mesajı Hz.Ömer’e iletince o da konuyu Hz.Ebu Bekir’e iletmiş ve hemen Beni Saide çardağına doğru yola çıktılar. Onlar Beni Saide çardağına gitmeden önce konunun ehemmiyetini de bildirerek Hz.Ali ve Hz.Abbası cenazenin başında kalmalarını tembihlemişlerdi. Onlar da kendilerinin cenaze başında kalacaklarını, cenazenin yıkanması ve kefenlenmesi işlemlerini gerçekleştireceklerini söylediler.
Halife ön seçim işinin mescitte yapılması imkânsızdı. Zira vefat olayını duyan Medineliler mescidi doldurmuşlardı. Ağıtların, feryatların mescidin her tarafını kapladığı bir ortamda seçim görüşmelerinin ve seçimin yapılması elbette mümkün değildi.
Medineliler Beni Saide çardağında yaptıkları kulis görüşmelerinde muhacirlere halifenin Medinelilerden olması gerektiğinin iddia edilmesine, şayet bu görüş kabul görmeyecek olursa o takdirde «Eş başkanlık» formülünün önerilmesine ve bu formülden de asla geri adım atılmamasına karar almışlardı.
Hz.Ömer, Hz.Ebu Bekir ve diğer muhacir ileri gelenleri Beni Saide çardağındaki toplantıya iştirak ettikten sonra Genel Kurul toplantısı başladı. Toplantıda ilk önce Medineliler söz aldı ve aldıkları kararı savunmak üzere Hazreçlilerin lideri Sa’d b. Ubade bir konuşma yaptı ve konuşmasında başkanlığın / halifenin Medinelilerden olması gerektiğini savundu.
Onların konuşmasından sonra Hz.Ebu Bekir söz aldı ve uzun bir nutuk irat etti. O bu nutkunda muhacirlerin yaptıkları hizmetleri dile getirdikten sonra Medinelilerin faziletlerini de tasdik etti ve onların yaptıkları hizmetleri de övdü. Fakat gayet hassas bir süreçten geçilmekte olduğunu “Atalarının dinini bırakmak Araplara çok ağır geldi.” ifadeleri ile vurgular. Yani çevre Arap kabilelerinin irtidat etmek için bahaneye baktıklarını ve şayet Mekkeli / Kureşten değil de Medineli Ensardan birisi başkan / halife olacak olursa onların eski dinlerine döneceklerini, Medineli bir başkana / halifeye asla boyun eğmeyeceklerini bu sözlerle ifade etti. Daha sonra bu bedevi Arapların İslam Cumhuriyetine katılmalarının Mekke’nin fethinden sonra yani Kureyş’in teslim olmasından sonra olduğuna dikkat çekerek Arap yarımadasındaki bütün Arapların Kureyş’in statüleri, sahip oldukları yurdun kutsallığı ki aynı zamanda ticaretin merkezi olması ile Kureyş’in gücü nedeniyle başkanın / halifenin Kureyş’ten olması gerektiğini ortaya koydu.
O bu argümanları ile zaten irtidat için bahane arayan bedevi Arap kabilelerine malzeme verilmemesi gerektiğini ayrıca İslam Cumhuriyeti’nin başkanlığına Medineli Ensar’dan birisinin gelmesi halinde Mekke’yi de kaybetme riski olduğunu şayet böyle bir durum olursa tekrar en başa dönüleceğini ifade etmiş oldu.
Hz.Ebu Bekir’in bu nutku Medineli Ensar üzerinde olumlu etkisini gösterdi ve Medineli Ensardan başkan / halife seçilmesi iddialarından vazgeçtiler. Fakat bu kez kendi aralarındaki kulis görüşmelerinde karar verdikleri üzere «Eşbaşkanlık: bir emir siz seçin, bir emir biz seçelim» modelini Hubab b Munzir’in sözleriyle ileri sürdüler. Bunun üzerine Hz. Ömer «eş başkanlık» modelinin işlemeyeceğini «iki kılıcın bir kında olamayacağı» benzetmesi ile reddetmesi üzerine Hubab b. Munzir ile Hz.Ömer arasında şiddetli tartışmalar yaşandı. Aslında Hz.Ebu Bekir’in nutku ile Medineli Ensar’ın ileri gelenleri ikna olmuşlardı. Hubab b. Munzir, tamamen asabi bir anlayışla ve Hz. Ömer’le önceye dayalı bir husumetten kaynaklı olarak tartışmayı sürdürüyordu. O, Sa’d b. Ubade’nin başkanlıkta pay sahibi olmasını kendi istikbali için daha uygun görüyordu. Hz.Ömer ve Hubab b. Munzir arasındaki tartışmadan bunalan Medineli Ensar’dan Sa’d b. Ubade’nin amcaoğlu olan Beşir b. Sa’d ile Zeyd b. Sabitin Başkanın / halifenin muhacirlerden olması gerektiği yönündeki kanaatlerini ([8]) ortaya koymaları ile Hubab b. Munzir’in direnişi kırıldı. Böylece İslam Cumhuriyeti Meclis üyelerinin çoğunluğu Başkanlığın / halifenin muhacirlerde olması kanaatini benimsedi. Şimdi sıra Başkanın / halifenin kim olacağının belirlenmesine gelmişti. Hz.Ebu Bekir iki yanında bulunan Hz.Ömer ve Hz. Ebu Ubeyde b. Cerrah’ın ellerini kaldırarak başkanlığa / halifeliğe iki aday gösterdi. Onların faziletlerini dile getirdi. Onun gösterdiği adaylar ise Hz.Ebu Bekir’in üstün vasıflarını ve Hz.Muhammed’in en yakın arkadaşı olması ile son namazlarında imamet / başkanlık için onu işaret ettiğini ifade ederek kendi adaylıklarını kabul etmediler ve Hz. Ebu Bekir’i aday gösterdiler.
Hz.Ömer ve Beşir b. Sa’dın Hz.Ebu Bekir’e biat etmeleri ile başlayan seçim Beni Saide çardağındaki hemen herkesin biat etmesiyle Hz.Ebu Bekir gayri resmi olarak halife / başkan seçildi. İslam Cumhuriyetinin ileri gelenlerinin bu seçiminin tescil edilmesi için halkın bu seçimi onaylaması gerekmekteydi. Pazartesi gecesi başkanlık / halife seçimi için birinci aşama işlemler tamamlanırken Hz.Muhammed’in cenazesi de Hz.Ali tarafından yıkanmıştı. Cenaze yıkama işlemi gömleği çıkarılmadan gerçekleştirildi.
Cenaze namazı ise bireysel olarak kılınmaya başlandı. Zira henüz İslam Cumhuriyetinin onaylanmış bir başkanı / halifesi / imamı yoktu. Her ne kadar Hz.Ebu Bekir Meclisin ileri gelenlerince seçilmiş olsa da Müslüman halkın güvenoyunu / biatını almadığından resmi olarak İslam Cumhuriyeti başsızdı. Bu nedenle önce Hz.Ali, Hz.Abbas Hz.Muhammed’in hücresine girip cenaze namazını kıldılar. Bireysel olarak cenaze namazının kılınıp kılınmayacağı hususundaki olumlu tavır ilk olarak Hz.Ali’den gelmiştir. O bireysel olarak cenaze namazının kılınacağını bildirdi. Daha sonra Hz.Ebu Bekir ve Hz.Ömer Salı sabahında cenaze namazını kıldılar. Diğer müminler ise onların arkasından grup grup hücreye girip cenaze namazını kıldılar. Cenaze namazı kılma işlemi ertesi gün yani çarşamba günü akşamına kadar devam etti. Nereye defnedileceği hususu ise Devlet Başkanının resmi seçiminden sonra kararlaştırılacaktı.
Beni Saide çardağında İslam Cumhuriyeti Meclisinin Hz.Ebu Bekir’in Başkan olarak seçilmesine yönelik kararı, Salı günü öğle vaktinde Mescitte halk oylamasına sunuldu. Meclisin verdiği karar Hz.Ömer tarafından halka okundu ve karar halkoyuna sunuldu. Mescitteki halk, tercihlerini Hz.Ebu Bekir’in başkan olması yönünde olumlu olduğunu bildirdiler ve ona biat ettiler. Böylece İslam Cumhuriyeti Meclisince seçilen Hz.Ebu Bekir’in Devlet Başkanlığı Medine halkı tarafından da güvenoyu alarak resmiyet kazandı.
38.16. Hz.Muhammed’in@ Defnedilmesi
Bir taraftan da Hz.Muhammed’in@ cenaze namazı grup grup devam etmektedir. Şimdi sıra Hz.Muhammed’in@ nereye defnedileceğinin kararlaştırılmasına gelmiştir. Hz.Ebu Bekir ileri gelenleri topladı ve konuyu müzakere etti. Mescidin içerisine minberin yanına gömülmesi yanlısı olanlar olduğu gibi Cennetül Bakıye gömülmesini savunanlar da olmuştu. Hz.Ebu Bekir bu iki görüşü değerlendirdi ve arkasından kendi görüşünü bildirdi. Mescidin içine gömülmesi halinde insanların Hz.Muhammed’e@ tapmaya başlayacak olmaları, Cennetül bakıye gömülmesi halinde ise Hz.Muhammed’in@ sıradanlaştırılacağı görüşünü bildirerek onun vefat ettiği odasına defnedilmesini teklif etti. Hz.Ebu Bekir’in bu teklifi kabul edildi. Hz.Muhammed’in@ cenaze namazının kılma işlemi Çarşamba günü akşamına kadar sürdü. Cenaze artık bozulmaya başladığından bir an önce gömülmesi gerekmekteydi. Bu nedenle çarşamba günü geceleyin Hz. Peygamberin vefat ettiği yer kazıldı ve olduğu yere defnedildi. Hz.Ali ve Evs kabilesinden Havli, Kuşem bin Abbas, Fadl b. Abbas ve Şüran (Salih) defin işlemini gerçekleştirdiler.
38.17. Usame b. Zeyd Komutasındaki İslam Ordusunun Sefere Gönderilmesi
İslam Cumhuriyetine Başkan seçilmesiyle bir kaos tehlikesinin önüne geçilmişti. Artık bundan sonra Hz.Muhammed’in vefat haberi Medine dışına gidebilirdi. Fakat peygamberimizin vefatını duyan Medine çevresindeki bedevi Arap kabilelerinin isyana kalkışacakları aşikârdı. Daha peygamberimizin sağlığında peygamberlik iddialarıyla Devlete başkaldırma hareketleri görülmüştü. Peygamberimizin vefatı ile İslam Cumhuriyeti başkanlığının bir peygamber olarak kendilerine geçmesi gerektiğini iddia edecek bu sahtekârlar / isyancı bedevi kabile liderleri Medine’ye saldıracak ve İslam Cumhuriyetinin başkanlığı konusunda yetkiyi zorla almak isteyeceklerdi. Medine’yi savunmasız yakalayacak olan bu isyancıların İslam Cumhuriyetinin tüm kadrolarını da kılıçtan geçirmeleri mümkündü. Bu nedenle Hz.Ebu Bekir ileri gelenleri topladı ve bu tehlikeye karşı ne tedbirler alınacağını görüştü. Yukarıda belirtilen tehlike nedeniyle Medine’nin savunulması için Usame b Zeyd’in Bizans ve Gassanlılara karşı gönderilmek üzere hazır durumda olan İslam ordusunun gönderilmemesi görüşü ağırlık kazanıyordu. Fakat Hz.Ebu Bekir İslam Ordusunun sefere çıkmasını peygamberimizin vefat etmeden önce ısrarla istediğini belirtti ve eğer bu sefer yapılmayacak olursa Kuzey sınırlarındaki kazanımların elden çıkma tehlikesi olduğunu bildirdi. Ülkenin en uzak sınırlarından başlayacak çözülmeler içerideki diğer kabilelerde tekrar şirk sistemine dönmek için isyanlara kapı aralayacağını söyledi. Zaten Arap yarım adasının özellikle uzak noktalarındaki kabile ileri gelenlerinin İslam Cumhuriyeti egemenliğinden çıkmak için yalancı peygamberlerin etrafında toplandıkları / toplanmayı düşündükleri bir vasatta olduklarını, onlara bu fırsatın verilmemesi gerektiğini belirtti. Eğer Suriye tarafına ordu gönderilecek olursa isyanı düşünen kabilelere gözdağı verilmiş olacağını, onların İslam Cumhuriyeti kendine çok güveniyor ki, Medine savunmasız kalsa da en ücra köşelere ordu gönderebiliyor, demek ki bir güvencesi var fikrine itecek ve Medine’ye saldırma cesareti gösteremeyecekleri noktasında görüş bildirdi. İslam Ordusu seferden döndükten sonra da isyancı kabilelerin üzerine kuvvet gönderilmesinin uygun olacağını da sözlerine ekledi. Hz.Ebu Bekir isyancılarla baş edebilecek küçük bir kuvveti Medine’de bırakmanın yeterli olacağını, esas büyük orduyu Suriye üzerine göndermenin isyanları bastırma harekâtından önce yapılmasının önemi üzerinde de durdu. Şöyle ki ülke genelinde patlak veren isyan hareketlerine karşı savunmada kalınırsa ya da önce isyan hareketlerini bastırmaya yönelik harekât düzenlenecek olursa esas o zaman büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalınacaktı. Çünkü bu isyan hareketleri kendi başlarına çıkmış, ülke dışından bağımsız hareketler olarak düşünülemezdi. Yani bu isyan hareketlerinde Bizans’ın ve Sasani devletlerinin parmağı olduğu muhakkaktı. Onların planına göre ülkede iç karışıklıklar ve isyanlar başlatılacak ve İslam Cumhuriyeti bu iç isyanlarla boğuşurken Bizans desteğindeki Suriye Gassan ordusu Medine’ye girecekti. Böylece yanı başlarında büyüyen ve kendilerini de yutacak olan İslam Cumhuriyeti tehlikesini bertaraf edeceklerdi.
Ülkelerin içlerinde meydana gelen hareketlenmeler, yeni oluşumlar ve değişimler her zaman komşu ülke yönetimlerince mutlaka takip edilir ve bu değişimlerin kendilerine yansımaları değerlendirilerek vaziyet alınır. Hiçbir ülke komşusunda meydana gelen oluşum ve değişimlere bigâne kalmaz, kalamaz. Şayet bu değişimler kendileri için bir tehdit oluşturacaksa bu tehdidi yok etmenin yolları aranır ve değişimin olduğu ülkede müttefik gruplar harekete geçirilerek değişim ve oluşumların kendi lehlerine doğru evrilmesine çalışılır. Bu nedenle Bizans’a bağlı Suriye Gassan devleti ile Sasani Devleti dirilmekte olan bir toplumu tekrar öldürmenin yollarını aramaktadır. Hz.Muhammed@ ise vefat etmeden önce İslam Cumhuriyetinde kaos çıkmasını gözetleyen en büyük dış güç olan Bizans’ın umutlarını ve gücünü kırmayı hedeflemiş ve büyük bir orduyu Suriye üzerine göndermeyi planlamıştı. Onların gücünün kırılmasından sonra ya da onları sindirdikten sonra yani en büyük tehdidi bertaraf ettikten sonra ülkenin içerisindeki isyancılarla uğraşmayı/ isyanları bastırmayı hedeflemişti. Esas büyük düşman sindirilirse isyancıların bastırılıp yok edilmesi oldukça kolaydır.
Hz.Ebu Bekir’de bu derin stratejiyi çok iyi okumuş ve Hz.Muhammed’in@ vefatından sonra devletin ileri gelenlerinin tüm karşı çıkışlarına rağmen seferin yapılmasında ısrarcı oldu ve orduyu sefere gönderdi.
Hz. Usame komutasındaki İslam Ordusu harekete geçti ve önce Tebük üzerine yürüdü. Ordu daha sonra Cevf Bölgesine doğru ilerledi. Hristiyan Arap Beni Kelp kabilesi ile Gassanilere saldırdı. Yapılan başarılı operasyonlar sonucunda düşman yıldırıldı. Ve İslam Ordusu 40 günlük bir aradan sonra büyük bir ganimetle Medine'ye döndü.
38.18. İsyancılara Karşı İzlenecek Stratejinin Belirlemesi ve Uygulanması
Hz.Usame komutasındaki İslam Ordusu, Kuzey istikametine doğru yola çıktıktan sonra Hz.Ebu Bekir isyancı kabileleri isyandan vazgeçmeleri ve tekrar teslim olmaları / İslam Cumhuriyetine bağlanmaları konusunda uyarmak için elçiler gönderdi. Onların bir kısmı isyanlarında direttiler ve asla bağlanmayacaklarını ve bağımsız yaşayacaklarını bildirirken bazıları ise bağlı olsalar da zekât / bağlılık vergisini vermeyeceklerini bildirdiler.
İslam Cumhuriyeti Yöneticileri arasında yapılan müşaverelerde İslam Cumhuriyetine bağlı olduklarını yani İslam olmaya devam edeceklerini deklare edipte bağlılık vergisi olan zekat vermeyi reddedenlerin üzerine gidilmemesi tıpkı Hz.Muhammed’in Taiflilere yaptığı gibi bu konuda muafiyet tanınması görüşü ön plana çıktı. Fakat Hz.Ebu Bekir Taiflilerle ilgili durumun tamamen farklı olduğunu, onların zaten o dönemde kapana kısıldığını ve eninde sonunda zekat vermeyi de kabul edeceklerinin tahmin edilmesi nedeniyle onlara bu muafiyetin getirildiğini söyledi. İsyancıların zekât verme hususundaki muafiyet taleplerinin ise bağımsızlık yolunda atacakları bir adım olduğunu ve şayet böyle bir taviz verilecek olursa bunun arkasının geleceğini ifade etti. Bu nedenle onlara asla taviz verilemeyeceğini, devletin bekası için onlarla teslim (İslam) oluncaya / hizaya gelinceye kadar savaşılması gerektiğini belirtti.
Usame’nin ordusunun Medine’den ayrılıp Tebuk’e kadar yol aldığını bilen isyancılar, şehri savunacak savaşçı sayısındaki azlığı hesaba katarak Medine’ye saldırmaya hazırlandılar. Kendini Peygamber ilan eden Tuleyha, topladığı ordu ile Medine’ye iyice yaklaştı. Hz.Ebu Bekir isyancıların Medine'ye saldırmak için yaklaştığı istihbaratını alınca şehri savunmak için isyancıların geliş yolları üzerine Hz.Ali , Hz.Talha, Hz.Zübeyr ve Hz. Ibn Mes'ud gibi cengaver savaşçı önderlerin içinde bulunduğu bir birliği yerleştirdi.
Üç gün sonra isyancılar geceleyin harekete geçerek Medine’ye saldırıya geçtiler. Onların geliş yolları üzerinde konuşlanan İslam Ordu birliği isyancılara çok büyük zayiatlar verdirdiler. Merkezden gelen Hz.Ebu Bekir komutasındaki diğer birlik de isyancıların üzerine saldırınca yalancı peygamber Tuleyha komutasındaki isyancılar Medine’ye 40 km uzaklıktaki Zül Kassa’nın gerisine kadar geri püskürtüldü. Fakat isyancılar bir manevra ile Hz.Ebu Bekir’in birliğini burada durdurdu. Hz.Ebu Bekir birliğini hemen Medine’ye geri çekti.
İsyancılar tekrar saldırmak için hazırlık yaparken İslam Ordusunun korktuğu için Medine’ye geri çekildiğini zannettiler. Ertesi günü saldırıp son darbeyi vurmayı düşündüler. Halbuki Hz.Ebu Bekir o gece yeni bir püskürtme harekatı için ordusunu hazırlamaktaydı. O, Usame’nin ordusu geri dönünceye kadar bu tür vur kaç taktikleri ile zaman kazanmayı planlamıştı.
Ertesi günü sabahın ilk ışıklarında isyancılar daha saldırıya geçmeden Hz.Ebu Bekir’in birliği onların üzerine saldırdı ve onları yeniden Zül Kassa denilen yerin öte tarafına püskürtmeyi başardı. Bu saldırıdan yaklaşık üç gün sonra Hz.Usame’nin ordusu Medine’ye döndü ve geri dönen İslam ordu birlikleri Hz.Ebu Bekir’in birliğine yardıma gittiler. İslam Ordusu yalancı peygamber Tuleyha’nın isyancı ordusu üzerine yürüdü ve isyancıları bozguna uğratıp dağıttı.
Tuleyha orduyu bırakıp kaçtı. İsyancıların bir kısmı tekrar teslim oldular / İslam’a döndüler. Fakat yalancı peygamber Tuleyha, tekrar toparlanmak için bölgedeki diğer isyancı kabileler ile görüşmelere başladı. Bu arada isyancılara katılmamış ve İslam Cumhuriyetine bağlılığını / imanını koruyanları Tuleyha’nın isyancı birlikleri katlettiler.
Hz.Ebu Bekir’de Medine’ye dönerek isyanları bastırmak için yeni bir strateji izledi. Mekke, Medine ve çevredeki bazı kabileler hariç Hz.Muhammed’in@ zamanında Mekke’nin fethinden sonra teslim olan hemen hemen bütün kabileler isyan bayrağını açmışlardı.
İsyanları bastırmak için Hz.Ebu Bekir elindeki silahlı güçleri on bir ayrı birliğe ayırdı. En güçlü birlik Halid bin Velid komutasına verildi. Bu birlik en güçlü isyancı ordulara karşı gönderilecek, diğer birlikler görece daha zayıf ayaklanmaları bastıracaklardı.
Hz.Ebu Bekir birliklerin her birinin görev mahallini şöyle belirledi;
-
Halid bin Velid: Önce Tuleyha sonra Esed kabilesi, daha sonra Malik bin Nuveyre üzerine yürüyecekti. En son olarak da Müseyleme üzerine yürünecekti.
-
İkrime bin Ebu Cehil: Museyleme ile Yemame'de temas kuracak ancak destek gelmeden muharebeye girmeyecekti. Sadece oyalama amaçlı çatışmalar yapacaktı.
-
Amr bin al-As: Tebük civarındaki Kuza'a ve Vadi'a kabilelerinin üzerine yürüyecekti
-
Şurahbil Bin Hasene: İkrime'yi takip edecekti.
-
Halid bin Seyit: Suriye sınırını temizleyecekti.
-
Tureyfe bin Haciz: Mekke ve Medine doğusundaki Hevazin ve Beni Süleym kabilelerinin üzerine yürüyecekti.
-
Ala bin Al Hadrami: Bahreyn'deki ayaklanmanın üzerine yürüyecekti.
-
Hüzeyfe bin Mihsan: Umman'daki ayaklanmanın üzerine yürüyecekti.
-
Afece Bin Herseme: Mehre'deki ayaklanmanın üzerine yürüyecekti.
-
Muhacir bin Ebu Umeyye: Yemen'deki ayaklanmanın üzerine yürüyecek ve Hadramut'a geçecekti.
-
Said bin Mukarrin: Kuzey Yemen'deki ayaklanmanın üzerine yürüyecekti.
Hz.Ebu Bekir’in bu planı başarıyla uygulandı ve bir yıllık süreçte bu isyanlar ancak bastırıldı ve yeniden ulusal birlik sağlanabildi. Böylece Hz.Muhammed’in@ vefatıyla başlayan ve İslam Cumhuriyetinin beka meselesi olan isyanlar Cenab-ı Hakk’ın Bakara Suresinin son ayetiyle öğrettiği duaya sarılan sahabelerin cansiperane gayretleri ile bastırılmış oldu. Bu sırada sahabeler elbette hata ve kusur işlemiş olabilirler ancak yine aynı ayetlerde Cenab-ı Hakk’ın kendilerine öğrettiği ve affına mazhar olacağı duaya sarıldıkları için başardılar.
[6] )NOT: Bu ayetler tüm müminlerin her mücadeleden sonra hatta her günün sonunda yapacakları değerlendirme toplantısı olan yatsı namazı / günün kapanış toplantısı sonrasında bir dua olarak okunması gelenek haline geldi.
[7] )NOT: Hatta gerekirse vefat eden başkanın vefatının ilanı bile geciktirilir. Yani yeni başkanın devletin ileri gelenleri arasında belirlenmesine kadar eski başkanın vefatı ilan edilmez. Bütün devletlerde bu böyledir. Devlet başkanlarının görevleri sırasındaki ölümlerinde beyin ölümü geciktirilir. Yani gerçekte hemen ölse bile öldüğü saklanır taki yeni devlet başkanı ileri gelenler nezdinde gayri resmi olarak da olsa seçilene kadar. Ya da devlet karar mekanizmaları tesis edilene kadar. (A.A.)
[8] )İslam Tarihi Mustafa Asım Köksal