Yıkılan Putlar
Meridia Cumhuriyeti, uzun yıllardır farklı ideolojilerin savaş alanına dönmüştü. Bir grup, halkı mutlak özgürlükle kurtaracağını söylüyordu; diğer bir grup ise disiplin ve otoritenin tek çözüm olduğunu savunuyordu. Kimileri ekonomik eşitliği vaat ederken, kimileri bireysel sermayeyi kutsal sayıyordu. Ama hepsinin ortak noktası, kendi inanç sistemlerini mutlak doğru olarak dayatmalarıydı. Yaşlı akademisyen Mehmet Hocanın bu gençleri gelip geçici heveslere değil de akıllarını kullanmalarını tavsiye etmesine pek kulak veren yoktu.
Ali, genç bir akademisyendi. Üniversite yıllarında idealizmin ateşiyle yanıp tutuşmuş, önce özgürlüğü savunan bir hareketin içine girmişti.
— “Birey her şeydir! Devletin zincirlerini kıralım, gökte Kutup Yıldızı gibi parlayacak olan mutlak özgürlüğü getirelim!” demişti bir panelde coşkuyla.
Yıllarca bu fikirler uğruna mücadele etti. Fakat zamanla fark etti ki “özgürlük” vaat edenler, aslında en güçlü olanın en zayıfı ezmesine izin veriyordu. Özgürlüğün çok geliştiği ülkelerde devlet küçüldükçe, büyük şirketler ve güçlü aileler halkı daha da sömürüyordu. Güçlüler özgürleşirken, zayıflar daha da köleleşiyordu.
Bir gün, düşüncelerini yüksek sesle sorguladığında eski yoldaşlarından biri ona sertçe çıkıştı:
— “Ali, bu söylediklerin gericilik! Özgürlük bedel ister. Bazı kayıplar olacak elbette!”
Ama Ali artık inanmıyordu. Bu kez yönünü eşitlikçilerin safına çevirdi.
— “Özgürlük kaos getirir! Üzerimize Ay gibi doğacak güçlü bir devlet, herkesin eşit olmasını sağlamalı!” diyordu şimdi.
Fakat kısa süre sonra dünyadaki örneklerinden gördü ki güçlü devletler, halkı için değil, kendi iktidarını korumak için var olmuştu. Bu devletlerde muhalifler susturuluyor, bireyin düşünmesi bile tehlike sayılıyordu.
Ali bu kez de başka bir akademik arkadaşına açıldı:
— “Bu eşitlik, adaleti yok ediyor. Herkes aynılaştırılıyor ama özgür değil. Herkes adeta birer robot gibiler.”
— “İdeolojiye sadakat her şeyden önemlidir,” dedi arkadaşı kısaca. “Düşünmekten vazgeç Ali. Devlet senin için düşünür. Senin düşünmene gerek yok.”
Bu sözler, Ali’nin zihninde yankılandı. Özgürlüğü ortadan kaldırarak eşitlik sağlanamazdı.
Bu hayal kırıklığının ardından yaşamımızı Güneş gibi aydınlatacağını düşündüğü teknolojiye sarıldı. Belki yapay zekâ, algoritmalar ve merkezi planlama sayesinde kusursuz bir toplum kurulabilirdi. Fakat biraz araştırınca bu sistemin de ruhsuz olduğunu gördü. Bu sistem insan faktörünü dışlıyor, mekanik bir dünya yaratıyordu.
Bir gece, üniversite kütüphanesinde saatlerce düşüncelere daldı. Önünde kalın bir kitap duruyordu. Bir ses duyar gibi oldu.
— “Yolun başına döndün, Ali.”
Karşısında Mehmet Hoca duruyordu. Yıllardır kampüste sessiz sedasız çalışan, derin bir bilgeliğe sahip yaşlı bir akademisyen. Ali, içindekileri anlatmaya başladı.
— “Hocam, her ideoloji bir putmuş gibi geliyor artık. Hepsi bir umutla başlıyor, sonra zincire dönüşüyor.”
Mehmet Hoca tebessüm etti. “Hz. İbrahim’in yıldızı, ayı ve güneşi tanrı sanıp sonra terk etmesini hatırlatıyor bu bana. Belki senin de putlarını yıkman gerekiyordu.”
Bu konuşma Ali’nin zihnini aydınlattı. Sessizliğe, doğaya, kadim metinlere döndü. Uzun araştırmalar, içsel sorgulamalar yaptı. Ama hala bir sonuca ulaşamamıştı. Birgün yatağına uzanmış düşüncelere dalmışken duvarda asılı duran annesinin Kur’an kitabı gözüne ilişti. Daha önce hiç ilgilenmemişti. Annesi o kitabı dua niyetine okurdu. Yatağından kalktı, onu asıldığı yerden indirdi, kabından çıkardı ve ilk sayfasını açtı. Arapça metnin kenarındaki Türkçe açıklamasından okumaya başladı ve her cümlenin sonunda derin derin düşünerek ne demek istediğini anlamaya çalıştı.
İlk cümle şöyle diyordu;
“ Rahman Rahim Allah’ın Adıyla.”
Merhametli, paylaşımcı, sevgi dolu, şefkatli, koruyucu, esirgeyici, geliştirici, karşılıksız veren, … bir tanrının adıyla başlıyordu. Bu müthiş bir şeydi. Beşeri ideolojiler bu değerleri birincil ilke olarak ele almıyordu. Oysa Tanrı insanları da kendisi gibi olmaya davet ediyordu.
"Allah, alemlerin Rabbi’dir.”
Bu, çok temel ama her şeyi değiştiren bir ilkeydi. Tüm insanlar, ırkı, dili, dini ne olursa olsun, tek bir yaratıcının kullarıydı. Bir ideolojinin, bir sınıfın, bir gücün diğerine üstünlük kurmaya çalışması, aslında bir sapmaydı. Güçlülerin zayıfları ezmesi, halkı baskı altında tutması, sömürmesi, hakikatin değil; insanın hırslarının ve kibirlerinin sonucuydu. Oysa Rabb, herkesin Rabbi’ydi ve hiçbir kulunun ötekileştirilmesine, ayrımcılığa tabi tutulmasına, aşağılanmasına rıza göstermediğini bildiriyordu.
"O, Rahman ve Rahim’dir."
Ali, yıllardır süregelen sert ideolojik savaşların, insanlara acıdan başka bir şey getirmediğini fark etti. Oysa merhamet, adaletin ayrılmaz bir parçasıydı. Gerçek sistem, sevgi, paylaşım, koruma, dayanışma ve ilerlemeyi temel almalıydı. Sadece güç veya otorite değil, adalet ve şefkat de insan toplumunun merkezinde olmalıydı.
Ama merhamet tek başına yeterli değildi. “O, din gününün sahibidir.”
Bu, herkesin yaptıklarının karşılığını bulacağı anlamına geliyordu. İyi olan ödüllendirilecek, zulmedenler hesap verecekti. İşte Ali’nin ideolojiler içinde bulamadığı şey de buydu: Adalet. Ne mutlak özgürlük, ne mutlak eşitlik, ne de teknoloji tek başına insanları adil bir sisteme ulaştırabilirdi. Ancak hesap sorulabilirlik, şeffaflık ve toplumsal sorumluluk ile gerçek bir düzen sağlanabilirdi.
"Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz."
İşte özgürlüğün gerçek anlamı! İnsan, yalnızca Allah’a kulluk ederse hiçbir ideolojinin, hiçbir gücün, hiçbir tiranın önünde eğilmezdi. O zaman ne medya algıları, ne yönlendirilmiş siyasetler, ne de sahte kurtarıcılar insanı köleleştirebilirdi. Gerçek özgürlük, yalnızca hakikate bağlı kalmakla mümkündü.
"Bizi dosdoğru yola ilet."
Ali artık biliyordu. Hakikat, aşırılıkların arasında değil; dengede, adalette, merhamette, hakka saygıda gizliydi. Ne bir ideolojiye körü körüne bağlanmak, ne de tamamen kayıtsız kalmak… Gerçek yol, iyiliği ve güzelliği aramak, kötülüklerden ve azgınlıklardan uzak durarak bir denge içinde yaşamak ve toplumu da bu bilinçle inşa etmekti.
Ve o gece, Ali yeni bir yolculuğa başladı. Artık hakikati yalnızca teorilerde değil, hayatın içinde arayacaktı. Hem adil hem de merhametli bir dünya inşa etmenin yollarını bulacaktı. İnsanların gerçekten özgür, ama aynı zamanda sorumluluk sahibi olduğu, hakkın ve hukukun üstün olduğu bir sistem için mücadele edecekti.
Ali, aradığı hakikati bulmuştu artık. Hemen, harekete geçti. “Fıtrat Vakfı” adında bir vakıf kurdu. Bu vakıf, ilahi değerlere dayalı adil ve vicdanlı bir toplumsal düzeni merkeze alan bir düşünce platformuydu. Mezhep ya da ideolojik kimlik değil, insanlık ve fıtrat üzerine kurulu bir anlayışı temsil ediyordu.