Kibir ve Ayrımcılık
Önder, HIGH-TECH adlı büyük bir teknoloji şirketinde proje müdürü olarak çalışıyordu. Şirket müdürlerinin en genciydi. Zeki, paylaşımcı, şeffaf ve alçakgönüllüydü. Girdiği her ortamda bilgi paylaşır, ekibini öne çıkarırdı. Akademik unvanlarla değil; alın teri, sahadaki emek ve sessiz üretkenliğiyle biliniyordu. Projelerinde inovasyona ve yenileşmeye çok önem veriyordu. Ama işte tam da bu yüzden şirketin Gürkan gibi bazı diğer müdürler onu kıskanıyordu. Çünkü onun bu erdemleri, onları gölgede bıraktığı gibi içlerinde taşıdıkları kibri ve yetersizliklerini de ifşa ediyordu. Ve biliyorlardı ki: Bu genç müdür bir gün çok yükselecek.
Kendi içlerinde homurdanıyorlardı:
– "Bu kadar mütevazı olmak ezikliktir, müdürlüğünü unutup çalışanlarıyla senli benli oluyor."
– "Şirketin geleneklerini hiçe sayıyor. Eski köye yeni adet getirmenin peşinde."
Şirket ise bir yol ayrımındaydı ve bunun sancısını çekmekteydi. Büyümek için zihniyet değişimine ve yeniden yapılanmaya ihtiyaç vardı.
Bir gün, şirketin tarihindeki en büyük dönüşüm projesi duyuruldu. Bu proje, çağın değişimine ayak uydurabilmek için şirketin dikey hiyerarşik yapıdan çalışan odaklı bir yapıya geçerek yeniden yapılandırılmasıydı. Şirket, etik, şeffaflık ve performans esaslarına uygun biçimde bu dönüşümü yönetecek bir lider arıyordu.
Projeyi yönetecek ismi açıklamak için herkesin katıldığı bir toplantı düzenlendi. Şirketin patronu Vahdet ayağa kalktı:
– “Bu şirketin geleceğini emanet edeceğimiz kişi, teknik bilgisiyle, insan ilişkileriyle ve öngörüsüyle ile fark yaratmış birisi olmalı. Şirketimizin bekasını sağlayacak bu dönüşüm projesinde geçmişin ayrımcı, gelenekçi, kibirli ve akıl dışı reflekslerine değil, geleceğin paylaşımcı, şeffaf, adil ve kimseyi ötekileştirmeme zihniyetine sahip bir lidere ihtiyaç var ... Bu lideri açıklıyorum: Önder!”
Salondaki şirket müdürlerinin hepsi bu kararı ayakta alkışladı.
Fakat içlerinden sadece birisi bu karara itiraz etti. O kişi kibri gözlerinden taşan üretim müdürü Gürkan’dı. Mikrofonu aldı:
– “Efendim, Önder iyi biridir. Ama liderlik vasfı taşımıyor. Çok yumuşak. Aşırı merhametli. Şirketin Genel müdürlüğünü yürütemez. Ben yıllardır bu sistemin içindeyim. Şirket çalışanları benim gibi sert, disiplinli, masaya yumruğunu vuran yöneticilerin sözünü dinler. Önder gibilerin değil.”
Vahdet hafifçe gülümsedi. Ardından sakin bir sesle cevap verdi:
– “İnsanlara yukarıdan bakmak liderlik değildir. Hatırlıyor musunuz, Tanrı Adem’i yaratıp meleklerin ona boyun eğmesini istediğinde bir tek İblis itiraz etmişti. O kendini üstün görmüş, ‘Ben ateştenim, o topraktan’ demişti. Ama kibir, insanı yükseltmez. Aksine, en dibe çeker.”
Gürkan Vahdet’in bu sözleri üzerine:
-“Tamam sen patronsun. Senin Önder’i genel müdür olarak atamana saygı duyuyorum. Ama göreceksin o bu işin üstesinden gelemeyecek. Yalnız bu itirazım nedeniyle makamıma dokunmayacak olursan bu iddiamın doğru olduğunu sana ispatlayacağım.”
Vahdet biraz öfkeli bir tonla Gürkan’a şöyle cevap verdi;
-“Bu şirkette patron benim. Elbette benim dediğim olacak. Buna rağmen ben farklı seslere saygı duyuyorum, onlara alan açıyorum, kibir gurur yapmıyorum. Ama sen kibrinle hareket ediyorsun. Kimseyle paylaşmıyorsun. Kendini üstün görüyor ve ayrımcılık yapıyorsun. Bana karşı koyduğun tavra rağmen bu şirkete üretim müdürü olarak yıllardır verdiğin emek hatırına seni hemen cezalandırmayacağım. Tanrının İblise mühlet vermesi gibi ben de iddianı ispatlaman için sana imkan tanıyarak makamından azletmeyeceğim.”
Salonda sessizlik hâkimdi. Önder gözlerini yere indirmişti ama yüreği dimdikti. Vahdet ona döndü:
– “Senin yumuşaklığın aslında dirayet. Paylaşımcılığın, gerçek liderliğin ta kendisi. Fakat görüyorsun. Etrafında seni çekemeyen insanlar var. Onlara karşı çok dikkatli ol. Sakın onların dolduruşuna gelme. Şimdi kalk, yeni ofisini görmeye gidelim.”
Önder o gün sadece bir ofise değil, hak edilmiş bir sorumluluğa adım attı. Çünkü gerçek liderlik, gücün değil, gönlün yüceliğinden doğuyordu. Önder, şirketin içyapısını ve işkollarını yeniden tanımladı. Organizasyon şemasını da bu yeni tanımlamalara göre düzenledi. Böylece zihniyet değişikliğinin ilk adımlarını atmış oldu.
Ancak Gürkan’ın makamını koruduğu için şirketteki bu yenilenmeleri her iş kolunda baltalama tehlikesi mevcuttu. Önder’in yeni kurduğu sistemin sınanması ise Gürkan’ın bu engellemeleri ve saptırma faaliyetleri ile olacaktı. Gürkan Önderin başarısız olması için her yolu deneyecekti. O bu faaliyetlerinde iblislikten şeytanlığa evrilecekti. Önder ise daha iyisini gerçekleştirmek için Gürkan’ın ayartmalarına karşı müteyakkız olmak ve sürekli kendini geliştirmek durumundaydı.
Uyuyan Hücreler
Bir zamanlar Huzuristan adı verilen bir cumhuriyet vardı. Bu topraklarda bir zamanlar umut dolu sokakların üzerinden karanlık rüzgârlar esmeye başlamıştı. Ülkede sessizce bir çöküş başlarken, bu karanlığı fark edebilen az sayıda insan vardı. Bu nadir insanlar arasında Recep, hukukun susmayan sesi, Seçkin, doğruyu yazmaktan şaşmayan bir gazeteci, Umut, halkın sofrasını dert edinen bir iktisatçı, Mesut, vicdan inşa eden bir eğitimci, Abdullah, emek savunucusu bir sanayici, Betül, kadınlar ve çocuk hakları savunucusu, Bülent ise yoksulların doktoruydu.
Bu yedi cesur insan, Meclis kürsülerinden, gazete sayfalarından, dernek salonlarından haykırdı: "Durun, gidilen yol felaketle sonlanacak!" Ancak sesleri ya susturuldu ya da alayla karşılandı. İktidar, bu uyarıları tehditle, sürgünle, hapisle ve işkenceyle bastırmaya çalıştı. Halk ise büyüleyici yalanlarla sarhoş edilmişti; zalimlerin alkışlarına eşlik etti.
Fakat onların pes etmeye hiç niyetleri yoktu. Görünmez duvarlara çarpan her hamlelerinden sonra, içten içe büyüyen bir karar verdiler. Bir akşam vakti, Recep dar bir odada dostlarını topladı. Perde kapalı, kapı kilitliydi. Dışarıda karanlık hâkimdi; içeride umut fısıltısı.
Recep, derin bir nefes aldı ve arkadaşlarının gözlerine bakarak söze başladı:
“Arkadaşlar,” dedi, sesi kararlı ve sakindi, “iktidarın yanlış politikaları memleketi uçuruma sürüklüyor. Samimi uyarılarımıza karşılık tehdit, hapis ve işkencelerle susturulduk. Halk ise, gerçeği duymadı. Şu anda elimizde kalan tek silah sabırdır. Ashab-ı Kehf gibi, bir süre görünmezliğe çekilelim. Halkımızın gerçeği kendi gözleriyle göreceği güne kadar çalışalım, öğrenelim, donanalım. Şehirlerin unutulmuş köşelerine, kenar mahallelere çekilelim. Sessiz ve derinden eğitim faaliyetleri yürütelim. Hakikati, kulaktan kulağa taşıyan uyuyan hücreler olalım. Bugün geri çekiliyoruz, evet… Ama bu, kaçmak değil, büyümek için toprağa gömülen bir tohum gibi sabırla beklemek olacak.”
Recep’in sözleri odada ağır bir sessizlik yarattı.
Sonra, göz göze gelen yedi dost, başlarını birer birer sallayarak bu sessiz ve derin mücadeleye “evet” dediler.
Recep’in önerisine uyan bu yiğit gençler sessizce ortadan kayboldu. Ashab-ı Kehf gibi mağaralarına dağılıp uyuyan hücreler oldular. Kimisi eski mahallelere sığındı, kimisi unutulmuş kasabalarda izini kaybettirdi. Göze batmadan yaşadılar; küçük esnaf oldular, öğretmen oldular, sokak doktorları oldular.
Onlar artık **"Uyuyanlar"**dı. Fakat uykuda değillerdi. Toprağa gömülmüş tohumlar gibi zamanını bekliyorlardı.
Karanlık çağın yasaklı kelimeleri olan hakikat, adalet, merhamet ve hesap günü gibi kavramları kulaktan kulağa fısıldadılar. Bazen bir çay ocağında bir nasihat gibi, bazen bir çocuk hikâyesinde bir kıssa gibi, bazen bir dost sohbetinde bir atasözü gibi… Geleceğin kadrolarını sabırla eğittiler.
Bir eğitim buluşmasında, gençlerden biri Mesut’a heyecanla sordu:
“Üstadım, bazen ne yapacağımızı bilemiyoruz. Doğruyla yanlışı nasıl ayırt edeceğiz?”
Mesut, bir duvara yaslanmış, sessizce gülümsedi. Sonra ağır ağır konuştu:
“Evlatlarım,” dedi, “Güneşi düşünün. Işık varsa, yol bellidir. Ama ışık yoksa, gözün ne kadar keskin olursa olsun, gerçeği göremezsin. Bizim güneşimiz kutsal metinlerdir. O ışıkta yürürsek, adımlarımız doğruya varır."
Gençler, Mesut’un sözlerini kalplerine kazıdı. O günden sonra, karar anlarında hep birbirlerine hatırlattılar: “Güneşi görmeden adım atma.”
Adımlarını atarken geniş bir boşluktaymış gibi özgür, kararlarını verirken serbest, ama yönlerini bulurken kutsal ışığa muhtaçtılar. Biliyorlardı ki, sadece kutsal metinlerin gösterdiği yolda yürüyenler, karanlığa teslim olmazdı. Bilinçli bir sabırla, karanlığı yaran bir şafak vakti için hazırlık yapıyorlardı. Önce küçük gruplar şeklinde toplantılar yapıyorlardı, zamanla halktan geniş katılımlı eğitim toplantıları yapmaya başladılar.
Bu şekilde uzun zaman geçti. Ülke karanlığın en koyusuna gömüldü. Büyük bir çöküş başladı. Rejim çatırdarken, sessizce örgütlenen bu hareket bir anda sahneye çıktı. Tıpkı Ashab-ı Kehf’in uykusundan uyanıp başka bir çağda gözlerini açması gibi, halk da o sabah yeni bir güne uyandı. Zira Recep ve arkadaşları yetiştirdikleri kadrolarla mağaralarından çıkıp açık propaganda faaliyetine başladılar. Rejimin askerlerine yakalanacak olurlarsa öldürüleceklerini ya da hapsedileceklerini biliyorlardı. İçinde yaşadıkları krizin daha önce kendilerini uyarmaya çalıştıkları ama bir türlü anlatamadıkları yanlış politikanın sonucu olduğunu şimdi çok ivedi olarak halka göstermeleri gerekiyordu. Kendi oluşturdukları sosyal medya kanallarından kırk yıl öncesinin parası ile güncelde kullanılan paraları kıyasladılar. Böylece halk aldatıldığını, yoksullaştığını gördü. Öfke dalga dalga yayıldı. Uyuyan hücrelerin propagandaları halkı harekete geçirdi. Halk hareketi beklenmedik bir hızla büyüdü. Yıllardır umutsuz olanlar ayağa kalktı. Bir zamanlar susturulan sesler, tarihin en yüksek yankısına dönüştü.
Rejim medyası ise bu hareketi küçümsemeye çalıştı. “Uyuyan hücre kadroları üç, beş kişiyi geçmez….Savundukları politikanın üzerinden çok zaman geçti. Bu politikanın günümüzde hiçbir geçerliliği olamaz. Başarma şansları yok,” dediler. Hareketi karikatürize edip etkisizleştirmeye çalıştılar. Onları tarihin mezarına gömeceklerini ve üzerlerine anıtsal bir kitabe dikeceklerini söyleyerek alay ettiler. Ama yanıldılar.
Uyuyan hücreler çoktan uyanmıştı. Uzun yıllar süren eğitimden geçmişlerdi. Örgütlü ve bilinçliydiler. Yaptıkları propaganda halk üzerinde etkisini gösterdi. Halk artık rejimin yalanlarına kanmıyordu.
Recep öncülüğünde, büyük mitingler yapıldı. Polis, asker, memurlar halkın safına geçti. Devlet başkanı, hükümet üst düzey kadrolarıyla birlikte yurt dışına kaçtı. Kırk yıllık zulüm rejimi devrildi. Zafer kazanılmıştı. Halk meydanlarda günlerce zaferi coşkuyla kutladı. Recep, yeni yönetimin esaslarını ilan etti: Merhamet, adalet, paylaşım, hesap verilebilirlik, kardeşlik ve güven.
Tıpkı Ashab-ı Kehf’in ardından inşa edilen mescid gibi, bu ilkeler üzerine yeni kurumlar kuruldu. Ülke topyekün bir diriliş yaşadı.
