Arama Sonuçları
Boş arama ile 96 sonuç bulundu
- Yıkılan Putlar | Allahın Rehberliği
Yıkılan Putlar Meridia Cumhuriyeti, uzun yıllardır farklı ideolojilerin savaş alanına dönmüştü. Bir grup, halkı mutlak özgürlükle kurtaracağını söylüyordu; diğer bir grup ise disiplin ve otoritenin tek çözüm olduğunu savunuyordu. Kimileri ekonomik eşitliği vaat ederken, kimileri bireysel sermayeyi kutsal sayıyordu. Ama hepsinin ortak noktası, kendi inanç sistemlerini mutlak doğru olarak dayatmalarıydı. Yaşlı akademisyen Mehmet Hocanın bu gençleri gelip geçici heveslere değil de akıllarını kullanmalarını tavsiye etmesine pek kulak veren yoktu. Ali, genç bir akademisyendi. Üniversite yıllarında idealizmin ateşiyle yanıp tutuşmuş, önce özgürlüğü savunan bir hareketin içine girmişti. — “Birey her şeydir! Devletin zincirlerini kıralım, gökte Kutup Yıldızı gibi parlayacak olan mutlak özgürlüğü getirelim!” demişti bir panelde coşkuyla. Yıllarca bu fikirler uğruna mücadele etti. Fakat zamanla fark etti ki “özgürlük” vaat edenler, aslında en güçlü olanın en zayıfı ezmesine izin veriyordu. Özgürlüğün çok geliştiği ülkelerde devlet küçüldükçe, büyük şirketler ve güçlü aileler halkı daha da sömürüyordu. Güçlüler özgürleşirken, zayıflar daha da köleleşiyordu. Bir gün, düşüncelerini yüksek sesle sorguladığında eski yoldaşlarından biri ona sertçe çıkıştı: — “Ali, bu söylediklerin gericilik! Özgürlük bedel ister. Bazı kayıplar olacak elbette!” Ama Ali artık inanmıyordu. Bu kez yönünü eşitlikçilerin safına çevirdi. — “Özgürlük kaos getirir! Üzerimize Ay gibi doğacak güçlü bir devlet, herkesin eşit olmasını sağlamalı!” diyordu şimdi. Fakat kısa süre sonra dünyadaki örneklerinden gördü ki güçlü devletler, halkı için değil, kendi iktidarını korumak için var olmuştu. Bu devletlerde muhalifler susturuluyor, bireyin düşünmesi bile tehlike sayılıyordu. Ali bu kez de başka bir akademik arkadaşına açıldı: — “Bu eşitlik, adaleti yok ediyor. Herkes aynılaştırılıyor ama özgür değil. Herkes adeta birer robot gibiler.” — “İdeolojiye sadakat her şeyden önemlidir,” dedi arkadaşı kısaca. “Düşünmekten vazgeç Ali. Devlet senin için düşünür. Senin düşünmene gerek yok.” Bu sözler, Ali’nin zihninde yankılandı. Özgürlüğü ortadan kaldırarak eşitlik sağlanamazdı. Bu hayal kırıklığının ardından yaşamımızı Güneş gibi aydınlatacağını düşündüğü teknolojiye sarıldı. Belki yapay zekâ, algoritmalar ve merkezi planlama sayesinde kusursuz bir toplum kurulabilirdi. Fakat biraz araştırınca bu sistemin de ruhsuz olduğunu gördü. Bu sistem insan faktörünü dışlıyor, mekanik bir dünya yaratıyordu. Bir gece, üniversite kütüphanesinde saatlerce düşüncelere daldı. Önünde kalın bir kitap duruyordu. Bir ses duyar gibi oldu. — “Yolun başına döndün, Ali.” Karşısında Mehmet Hoca duruyordu. Yıllardır kampüste sessiz sedasız çalışan, derin bir bilgeliğe sahip yaşlı bir akademisyen. Ali, içindekileri anlatmaya başladı. — “Hocam, her ideoloji bir putmuş gibi geliyor artık. Hepsi bir umutla başlıyor, sonra zincire dönüşüyor.” Mehmet Hoca tebessüm etti. “Hz. İbrahim’in yıldızı, ayı ve güneşi tanrı sanıp sonra terk etmesini hatırlatıyor bu bana. Belki senin de putlarını yıkman gerekiyordu.” Bu konuşma Ali’nin zihnini aydınlattı. Sessizliğe, doğaya, kadim metinlere döndü. Uzun araştırmalar, içsel sorgulamalar yaptı. Ama hala bir sonuca ulaşamamıştı. Birgün yatağına uzanmış düşüncelere dalmışken duvarda asılı duran annesinin Kur’an kitabı gözüne ilişti. Daha önce hiç ilgilenmemişti. Annesi o kitabı dua niyetine okurdu. Yatağından kalktı, onu asıldığı yerden indirdi, kabından çıkardı ve ilk sayfasını açtı. Arapça metnin kenarındaki Türkçe açıklamasından okumaya başladı ve her cümlenin sonunda derin derin düşünerek ne demek istediğini anlamaya çalıştı. İlk cümle şöyle diyordu; “ Rahman Rahim Allah’ın Adıyla.” Merhametli, paylaşımcı, sevgi dolu, şefkatli, koruyucu, esirgeyici, geliştirici, karşılıksız veren, … bir tanrının adıyla başlıyordu. Bu müthiş bir şeydi. Beşeri ideolojiler bu değerleri birincil ilke olarak ele almıyordu. Oysa Tanrı insanları da kendisi gibi olmaya davet ediyordu. "Allah, alemlerin Rabbi’dir.” Bu, çok temel ama her şeyi değiştiren bir ilkeydi. Tüm insanlar, ırkı, dili, dini ne olursa olsun, tek bir yaratıcının kullarıydı. Bir ideolojinin, bir sınıfın, bir gücün diğerine üstünlük kurmaya çalışması, aslında bir sapmaydı. Güçlülerin zayıfları ezmesi, halkı baskı altında tutması, sömürmesi, hakikatin değil; insanın hırslarının ve kibirlerinin sonucuydu. Oysa Rabb, herkesin Rabbi’ydi ve hiçbir kulunun ötekileştirilmesine, ayrımcılığa tabi tutulmasına, aşağılanmasına rıza göstermediğini bildiriyordu. "O, Rahman ve Rahim’dir." Ali, yıllardır süregelen sert ideolojik savaşların, insanlara acıdan başka bir şey getirmediğini fark etti. Oysa merhamet, adaletin ayrılmaz bir parçasıydı. Gerçek sistem, sevgi, paylaşım, koruma, dayanışma ve ilerlemeyi temel almalıydı. Sadece güç veya otorite değil, adalet ve şefkat de insan toplumunun merkezinde olmalıydı. Ama merhamet tek başına yeterli değildi. “O, din gününün sahibidir.” Bu, herkesin yaptıklarının karşılığını bulacağı anlamına geliyordu. İyi olan ödüllendirilecek, zulmedenler hesap verecekti. İşte Ali’nin ideolojiler içinde bulamadığı şey de buydu: Adalet. Ne mutlak özgürlük, ne mutlak eşitlik, ne de teknoloji tek başına insanları adil bir sisteme ulaştırabilirdi. Ancak hesap sorulabilirlik, şeffaflık ve toplumsal sorumluluk ile gerçek bir düzen sağlanabilirdi. "Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz." İşte özgürlüğün gerçek anlamı! İnsan, yalnızca Allah’a kulluk ederse hiçbir ideolojinin, hiçbir gücün, hiçbir tiranın önünde eğilmezdi. O zaman ne medya algıları, ne yönlendirilmiş siyasetler, ne de sahte kurtarıcılar insanı köleleştirebilirdi. Gerçek özgürlük, yalnızca hakikate bağlı kalmakla mümkündü. "Bizi dosdoğru yola ilet." Ali artık biliyordu. Hakikat, aşırılıkların arasında değil; dengede, adalette, merhamette, hakka saygıda gizliydi. Ne bir ideolojiye körü körüne bağlanmak, ne de tamamen kayıtsız kalmak… Gerçek yol, iyiliği ve güzelliği aramak, kötülüklerden ve azgınlıklardan uzak durarak bir denge içinde yaşamak ve toplumu da bu bilinçle inşa etmekti. Ve o gece, Ali yeni bir yolculuğa başladı. Artık hakikati yalnızca teorilerde değil, hayatın içinde arayacaktı. Hem adil hem de merhametli bir dünya inşa etmenin yollarını bulacaktı. İnsanların gerçekten özgür, ama aynı zamanda sorumluluk sahibi olduğu, hakkın ve hukukun üstün olduğu bir sistem için mücadele edecekti. Ali, aradığı hakikati bulmuştu artık. Hemen, harekete geçti. “Fıtrat Vakfı” adında bir vakıf kurdu. Bu vakıf, ilahi değerlere dayalı adil ve vicdanlı bir toplumsal düzeni merkeze alan bir düşünce platformuydu. Mezhep ya da ideolojik kimlik değil, insanlık ve fıtrat üzerine kurulu bir anlayışı temsil ediyordu.
- Varoluşun Aşamaları | Allahın Rehberliği
Varoluşun Aşamaları Huzuristan Cumhuriyetinde barış ve refahı isteyenler bir darbeyle iktidardan uzaklaştırılmıştı. Darbeciler bir korku düzeni kurmuş, zulüm ve baskı ile ayakta duruyordu. Yönetimi eline geçirenler, kendilerini yenilmez sanıyordu. Güç onların elindeydi, kendi çıkarlarına uygun olarak yazdıkları yasaları hukukun üstünlüğü diyerek güçsüzleri ezmek için kullanıyorlardı, orduyu medya aracılığıyla kendi buyrukları altına almışlardı. Halkın gözleri kapanmıştı. Kendi zincirlerine alışmışlardı. Onlara bir yol gösteren olmadıkça, özgürlüğü bile tehlike sanıyorlardı. Halkın çok az bir kesimi bu zulmün farkındaydı. Onlar zulmün sona ermesini ve ülkeye barış, huzur, refah, adalet ve istikrarın gelmesini istiyordu. Bunun için ele ele verip yollara diziliyor ve protesto eylemleri yapıyorlardı. Sistemin devrilmesini ve yerine adil bir sistemin kurulmasını talep ediyorlardı. Ama her şey bir çırpıda değiştirilemezdi. Tıpkı Allah’ın evreni altı günde yaratması gibi, bu düzen de belli zaman aralıklarında aşama aşama yıkılacak ve yerine yeni bir düzen inşa edilecekti. Selim bunu biliyordu. Ancak bağlıları sabırsızdı. Onlar tek bir darbeyle zafer istiyordu. Selim’in ilk hedefi birinci aşama olarak halkın içine işlemiş korkuyu yok ederek toplumsal bir taban elde etmekti. Halkın gözlerini açmalı, korku bariyerlerini yıkmalıydı. Onlara, efendilerinin sandıkları kadar güçlü olmadığını göstermeliydi. Halkta korku azalıp özgüven oluşursa adalet ve merhamet yanlılarının safında yer alabilirlerdi. Tanrı yeryüzünü iki günde yaratmıştı. Selim cesur çıkışlarla zulmün en zayıf halkalarını hedef aldı. Onun çıkışlarından cesaret alan insanlar konuşmaya başladı. Halk yavaş yavaş Selim’in liderliğinde toplanmaya başladı. Selim küçük kıvılcımlar çaktı. Küçük ama sarsıcı darbelerle rejime korku verdi. Önemsiz gibi görünen küçük başkaldırı şeklinde söylevlerde bulundu... bu hareketler korkunun duvarında ilk çatlakları açtı. Rejim bu söylemlere karşı Selim ve hareketini küçümsedi. Onları çeşitli provokasyonlarla baskı altına almaya çalıştı. İşlettirdiği provokatif cinayetlerle kendi yandaşlarını meydana topladı. Selim ve hareketinin asla başarılı olamayacağı sloganlarını attırdı. Ama Selim biliyordu: Mermer bile su damlalarıyla aşınır. Zulüm sistemi içinde kokuşmuş olanlar, ilk kez sorgulandı. Güçlülerin dokunulmazlığına gölge düşmeye başladı. Halk, ilk defa efendilerine gözlerini dikti. Ve efendiler bunu fark ettiğinde, ilk kez korktular. Halkın Selim’in etrafında kenetlenmesiyle artık taban oluşmuştu. Selim’in bundan sonraki hedefi oluşturduğu bu toplumsal tabanın güçlendirilmesi ve desteklenmesi aşamasına geçmekti. Şimdi sıra toplumdaki güçlü kişilerin harekete katılmasına gelmişti. Tıpkı Tanrının sonraki iki günde yeryüzünde dengeyi sağlamak, bereket ve geçim kaynakları için dağları yeryüzü tabanına yerleştirmesi gibi şimdi sıra toplumdaki güçlü kişilerin harekete katılmasına gelmişti. Eğer bu şahsiyetler Selim’in yeni oluşturduğu toplumsal tabana kazandırılırsa ekonomik ve siyasi dengede sağlanacaktı. Selimin uyguladığı güven verici politikalar sonuç vermeye başladı. Daha önce rejimden yana tavır koymuş iş adamları halkın desteği olmadan varlıklarını sürdüremeyeceklerini anladılar. Peyderpey Selim’in yanında saf tutmaya başladılar. Ve sistem, dışarıdan bir darbe olmadan, içeriden çürümeye başladı. Ama Selim’in bağlıları hâlâ sabırsızdı. Bir an önce sistemin yıkılmasını ve rejimin devrilmesini istiyorlardı. Ama Selim biliyordu: “Her şeyin bir sırası vardı. İzlenmesi gereken süreçler atlanacak olursa altından kalkılamayacak kaosların yaşanması kaçınılmazdı.” Selim adil bir sistem kurmak için tamamlaması gereken en önemli aşamaya gelmişti; Devlet Üst Kademesini Düzenlenmesi. Ve bir akşam Rejim Selim’in hareketini yok etmek için harekete geçti. Orduyu sokağa çıkartarak darbe girişiminde bulundu. Fakat halk artık korkmuyordu. Ezilme pahasına tankların önene geçti. Meydanları doldurdu. Darbecilere geçit vermedi. O ana kadar zalimlerin gözlerinde sadece kibir vardı. Şimdi ise panik. Ve zalimler, yıllarca yönetimi demir yumrukla elinde tutanlar, artık sadece kaçmaya çalışıyordu. Düzenleri aşama aşama sarsıldı. Ve sonunda çöktü. Kalan üst düzey bürokratlar ise halkı karşılarına alarak bir yere varılamayacağını gördüler. Selim’in önderliğindeki halkın safına katılmaktan başka çarelerinin olmadığını anladılar. Selim devletin üst kademesinde ve teşkilat yapısında halka en iyi hizmeti sunacak değişim ve dönüşümleri gerçekleştirdi. Tıpkı tanrının evreni yaratırken son aşamada göğe yönelip iki gün içinde onları yedi gök olarak tanzim edip istese de istemese de boyun eğdirmesi gibi. Selimin bağlıları zafer sarhoşuydu. "Çok çalıştık, çetin bir mücadele verdik ve sonunda başardık!" dediler ve gevşemeye başladılar. Onlardan bazıları “Bu çabamızın karşılığını almamız lazım. Konfor bizimde hakkımız.” Bazıları ise “ biz vazifemizi yaptık artık geri çekilelim, biraz da ticaretimizle uğraşalım….” Ama Selim, gerçek zaferin sadece kazanmak değil, onu korumak olduğunu biliyordu. Ve onlara Kur’an’dan bir ayeti hatırlattı: “O Allah ki gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunan her şeyi altı günde yarattı, sonra da arş üzerine istivâ etti. Sizin O’ndan başka ne bir veliniz / koruyucunuz ne de bir şefaatçiniz vardır. Hâlâ düşünüp ders ve öğüt almayacak mısınız? (Secde suresi, 4. Ayet)” “Allah bile, yarattıktan sonra geri çekilmemişken, sizler geri çekilmeyi nasıl düşünürsünüz? Hem geri çekilecek olursanız eski düzenin hayatta kalan kalıntıları boşalan makamları sessizce dolduracaklar, yavaş yavaş adalet esnemeye başlayacak, bürokratlar eski alışkanlıklarına dönecekler ve sistem yeniden yozlaşmaya başlayacaktır. Onların hakimiyeti tekrar ele geçirmeleri halinde zulüm fazlasıyla geri gelecektir.” Selim bu hatırlatmayı yaptıktan sonra ilahi buyruktaki son öğüde de değindi: “Eğer yeni sistemden nemalanmaya kalkarsanız, sizin eski rejimden bir farkınız kalmaz ve yıkılırsınız. Sizi koruyacak ve ayakta tutacak olan sadece Allah’ın değerleridir. Adaletten ve merhametten şaşmayın ki korunasınız.”
- çağdaş bir habil kabil hikayesi | Allahın Rehberliği
ÇAĞDAŞ BİR HABİL VE KABİL HİKAYESİ Mert ve Kerem, aynı teknoloji şirketinde çalışan iki genç girişimciydi. İkisi de yapay zeka alanında büyük projeler üzerinde çalışıyordu. Şirket, her yıl düzenlediği bir yarışmayla en iyi projeyi ödüllendiriyor, kazananı büyük bir yatırım fonuyla destekliyordu. Mert, şeffaf, etik değerlere bağlı ve insan odaklı bir yapay zeka geliştirmek istiyordu. Onun projesi, toplumun faydasını önceleyen, adil kararlar veren, insanların eşit fırsatlara sahip olmasını sağlayan bir sistemdi. Kerem ise farklı düşünüyordu. Ona göre başarı, rakiplerini saf dışı bırakmak, piyasanın tek hakimi olmak ve en fazla kazancı elde etmekti. Geliştirdiği yapay zeka, sadece kazanca odaklı, kullanıcı verilerini etik dışı yöntemlerle toplayan ve insan psikolojisini manipüle eden bir sistemdi. Yarışma günü yaklaştıkça aralarındaki rekabet giderek arttı. Mert, projesini geliştirirken işbirliğine ve etik değerlere öncelik veriyordu. Ancak Kerem, kendi kazanabilmek için Mert’in projesini sabote etmeye, şirket içinde ona karşı kara propaganda yapmaya başladı. Ve nihayet yarışma günü geldi. Mert’in sunumu, büyük bir beğeni topladı. Jüri üyeleri, onun etik değerlere bağlı ve uzun vadede topluma fayda sağlayacak bir yapay zeka geliştirdiğini gördü. Kerem’in projesi ise kısa vadede büyük kazanç sağlasa da uzun vadede toplum için riskler barındırıyordu. Şirket yönetimi, Mert’in projesini ödüllendirdi. Kerem bu sonucu kabullenemedi. Öfkeyle doldu ve Mert’in başarısını kıskandı. Ona göre, Mert kazanmamalıydı, çünkü onun yaptığı şey “fazla idealist” ve “gerçekçi olmayan” bir yaklaşımdı. Öfke, kıskançlık ve hırs Kerem’in aklını kararttı. Birkaç hafta sonra, şirkette büyük bir veri sızıntısı yaşandı. Mert’in tüm çalışmalarına ait veriler bir anda ortadan kayboldu. Tüm emekleri silinmiş, yıllarca üzerinde çalıştığı proje çalınmıştı. Şirket içindeki soruşturma sonunda, veri sızıntısının arkasında Kerem’in olduğu ortaya çıktı. Güvenlik kameraları, onun şirket sistemlerine sızdığını ve verileri dışarıya aktardığını gösteriyordu. Ancak iş işten geçmişti. Mert’in hayalleri, etik değerlere bağlı yapay zeka projesi ve topluma hizmet etme arzusu, Kerem’in kıskançlığı yüzünden yok olmuştu. Kerem, şirketten atıldıktan sonra bir süre işsiz kaldı. Sektörde ismi "etik ihlalcisi" olarak anılıyor, kimse ona güvenmiyordu. Bir gün, bir kafede oturmuş kafenin bahçesine bakarak düşüncelere dalmıştı. Hırsıyla, kıskançlığıyla Mert’in emeğini yok etmiş, onu piyasada silmeye çalışmıştı. Yaptığı kötülükten sonra ne kazandığını düşündü. Hiçbir şey. Mert’in çalışmaları yok olmuştu ama kendisi de mahvolmuştu. Arkadaşına yaptığı kötülüğün vicdan azabı bir taraftan kendi yaşadığı perişanlık bir taraftan hayatının en büyük pişmanlığını yaşıyordu. Yaptığı sadece bir kişiye zarar vermek değildi. O, geleceğe dair umutları, etik değerlere bağlı teknolojileri, insanların güvenini ve adil bir rekabet ortamını da yok etmişti. Tıpkı kutsal kitapta anlatıldığı gibi, bir insanı haksız yere yok etmek, aslında tüm insanlığı öldürmek gibiydi. Çünkü bu sadece bir bireyin değil, bir fikrin, bir ahlak anlayışının ve bir geleceğin de ölümüne sebep oluyordu. Kerem bunları düşündükçe içi içini kemiriyordu. Bu pişmanlıkla yaşaması mümkün değildi. Ne yapacağını, bu azaptan nasıl kurtulacağını bilemiyordu. Kerem ızdırap içerisinde oflayıp pufladığı sırada gözleri birden kafenin bahçesinde iki karganın kavgasına ilişti. Bir karga, diğerine saldırıp onu öldürüyor ve sonra öldürdüğü karganın cesedini gagasıyla açtığı bir çukurun içine gömüyordu. Kerem bu sahneyi izlerken donup kaldı. Sonra dönüp kendi kendine “Bir karga kadar dahi aklım yok. Hırs ve kıskançlığım benim doğru düşünme melekelerimi köreltmiş. Tamam, çok büyük bir hata işledim, bu hatamın bedelini de ödedim ve hala da ödüyorum. Ama bu yükü sürekli sırtımda taşımam da gerekmiyor. Karganın yaptığı gibi bu yükten kurtulmalıyım. Hatalarımdan ders alıp kendimi ıslah ederek yeni bir hayata başlamalıyım. İyilikler yaparak işlediğim kötülüğün keffaretini ödemeliyim” dedi. Nasıl ki bir kişiyi yok etmek bütün insanlığı öldürmek gibiydi ama aynı zamanda, bir insanı diriltme de tüm insanlığı diriltmek gibi diyordu kutsal kitap Habil ile Kabil’in hikayesinde. Mert karar verdi. Yaptığı hatadan ders çıkararak tekrar ayağa kalkıp etik değerlerle inşa edeceği yeni bir sistemle insanlığa yeniden umut verecekti. Böylece kaybettiği vicdanını yeniden bulabilecekti. Habil ve Kabil kıssası binlerce yıl öncesine ait bir hikaye gibi görünse de, rekabetin, kıskançlığın ve vicdan muhasebesinin hâlâ günümüzde de yaşandığını gösteriyordu.
- uyuyan hücreler | Allahın Rehberliği
Uyuyan Hücreler Bir zamanlar Huzuristan adı verilen bir cumhuriyet vardı. Bu topraklarda bir zamanlar umut dolu sokakların üzerinden karanlık rüzgârlar esmeye başlamıştı. Ülkede sessizce bir çöküş başlarken, bu karanlığı fark edebilen az sayıda insan vardı. Bu nadir insanlar arasında Recep, hukukun susmayan sesi, Seçkin, doğruyu yazmaktan şaşmayan bir gazeteci, Umut, halkın sofrasını dert edinen bir iktisatçı, Mesut, vicdan inşa eden bir eğitimci, Abdullah, emek savunucusu bir sanayici, Betül, kadınlar ve çocuk hakları savunucusu, Bülent ise yoksulların doktoruydu. Bu yedi cesur insan, Meclis kürsülerinden, gazete sayfalarından, dernek salonlarından haykırdı: "Durun, gidilen yol felaketle sonlanacak!" Ancak sesleri ya susturuldu ya da alayla karşılandı. İktidar, bu uyarıları tehditle, sürgünle, hapisle ve işkenceyle bastırmaya çalıştı. Halk ise büyüleyici yalanlarla sarhoş edilmişti; zalimlerin alkışlarına eşlik etti. Fakat onların pes etmeye hiç niyetleri yoktu. Görünmez duvarlara çarpan her hamlelerinden sonra, içten içe büyüyen bir karar verdiler. Bir akşam vakti, Recep dar bir odada dostlarını topladı. Perde kapalı, kapı kilitliydi. Dışarıda karanlık hâkimdi; içeride umut fısıltısı. Recep, derin bir nefes aldı ve arkadaşlarının gözlerine bakarak söze başladı: “Arkadaşlar,” dedi, sesi kararlı ve sakindi, “iktidarın yanlış politikaları memleketi uçuruma sürüklüyor. Samimi uyarılarımıza karşılık tehdit, hapis ve işkencelerle susturulduk. Halk ise, gerçeği duymadı. Şu anda elimizde kalan tek silah sabırdır. Ashab-ı Kehf gibi, bir süre görünmezliğe çekilelim. Halkımızın gerçeği kendi gözleriyle göreceği güne kadar çalışalım, öğrenelim, donanalım. Şehirlerin unutulmuş köşelerine, kenar mahallelere çekilelim. Sessiz ve derinden eğitim faaliyetleri yürütelim. Hakikati, kulaktan kulağa taşıyan uyuyan hücreler olalım. Bugün geri çekiliyoruz, evet… Ama bu, kaçmak değil, büyümek için toprağa gömülen bir tohum gibi sabırla beklemek olacak.” Recep’in sözleri odada ağır bir sessizlik yarattı. Sonra, göz göze gelen yedi dost, başlarını birer birer sallayarak bu sessiz ve derin mücadeleye “evet” dediler. Recep’in önerisine uyan bu yiğit gençler sessizce ortadan kayboldu. Ashab-ı Kehf gibi mağaralarına dağılıp uyuyan hücreler oldular. Kimisi eski mahallelere sığındı, kimisi unutulmuş kasabalarda izini kaybettirdi. Göze batmadan yaşadılar; küçük esnaf oldular, öğretmen oldular, sokak doktorları oldular. Onlar artık **"Uyuyanlar"**dı. Fakat uykuda değillerdi. Toprağa gömülmüş tohumlar gibi zamanını bekliyorlardı. Karanlık çağın yasaklı kelimeleri olan hakikat, adalet, merhamet ve hesap günü gibi kavramları kulaktan kulağa fısıldadılar. Bazen bir çay ocağında bir nasihat gibi, bazen bir çocuk hikâyesinde bir kıssa gibi, bazen bir dost sohbetinde bir atasözü gibi… Geleceğin kadrolarını sabırla eğittiler. Bir eğitim buluşmasında, gençlerden biri Mesut’a heyecanla sordu: “Üstadım, bazen ne yapacağımızı bilemiyoruz. Doğruyla yanlışı nasıl ayırt edeceğiz?” Mesut, bir duvara yaslanmış, sessizce gülümsedi. Sonra ağır ağır konuştu: “Evlatlarım,” dedi, “Güneşi düşünün. Işık varsa, yol bellidir. Ama ışık yoksa, gözün ne kadar keskin olursa olsun, gerçeği göremezsin. Bizim güneşimiz kutsal metinlerdir. O ışıkta yürürsek, adımlarımız doğruya varır." Gençler, Mesut’un sözlerini kalplerine kazıdı. O günden sonra, karar anlarında hep birbirlerine hatırlattılar: “Güneşi görmeden adım atma.” Adımlarını atarken geniş bir boşluktaymış gibi özgür, kararlarını verirken serbest, ama yönlerini bulurken kutsal ışığa muhtaçtılar. Biliyorlardı ki, sadece kutsal metinlerin gösterdiği yolda yürüyenler, karanlığa teslim olmazdı. Bilinçli bir sabırla, karanlığı yaran bir şafak vakti için hazırlık yapıyorlardı. Önce küçük gruplar şeklinde toplantılar yapıyorlardı, zamanla halktan geniş katılımlı eğitim toplantıları yapmaya başladılar. Bu şekilde uzun zaman geçti. Ülke karanlığın en koyusuna gömüldü. Büyük bir çöküş başladı. Rejim çatırdarken, sessizce örgütlenen bu hareket bir anda sahneye çıktı. Tıpkı Ashab-ı Kehf’in uykusundan uyanıp başka bir çağda gözlerini açması gibi, halk da o sabah yeni bir güne uyandı. Zira Recep ve arkadaşları yetiştirdikleri kadrolarla mağaralarından çıkıp açık propaganda faaliyetine başladılar. Rejimin askerlerine yakalanacak olurlarsa öldürüleceklerini ya da hapsedileceklerini biliyorlardı. İçinde yaşadıkları krizin daha önce kendilerini uyarmaya çalıştıkları ama bir türlü anlatamadıkları yanlış politikanın sonucu olduğunu şimdi çok ivedi olarak halka göstermeleri gerekiyordu. Kendi oluşturdukları sosyal medya kanallarından kırk yıl öncesinin parası ile güncelde kullanılan paraları kıyasladılar. Böylece halk aldatıldığını, yoksullaştığını gördü. Öfke dalga dalga yayıldı. Uyuyan hücrelerin propagandaları halkı harekete geçirdi. Halk hareketi beklenmedik bir hızla büyüdü. Yıllardır umutsuz olanlar ayağa kalktı. Bir zamanlar susturulan sesler, tarihin en yüksek yankısına dönüştü. Rejim medyası ise bu hareketi küçümsemeye çalıştı. “Uyuyan hücre kadroları üç, beş kişiyi geçmez….Savundukları politikanın üzerinden çok zaman geçti. Bu politikanın günümüzde hiçbir geçerliliği olamaz. Başarma şansları yok,” dediler. Hareketi karikatürize edip etkisizleştirmeye çalıştılar. Onları tarihin mezarına gömeceklerini ve üzerlerine anıtsal bir kitabe dikeceklerini söyleyerek alay ettiler. Ama yanıldılar. Uyuyan hücreler çoktan uyanmıştı. Uzun yıllar süren eğitimden geçmişlerdi. Örgütlü ve bilinçliydiler. Yaptıkları propaganda halk üzerinde etkisini gösterdi. Halk artık rejimin yalanlarına kanmıyordu. Recep öncülüğünde, büyük mitingler yapıldı. Polis, asker, memurlar halkın safına geçti. Devlet başkanı, hükümet üst düzey kadrolarıyla birlikte yurt dışına kaçtı. Kırk yıllık zulüm rejimi devrildi. Zafer kazanılmıştı. Halk meydanlarda günlerce zaferi coşkuyla kutladı. Recep, yeni yönetimin esaslarını ilan etti: Merhamet, adalet, paylaşım, hesap verilebilirlik, kardeşlik ve güven. Tıpkı Ashab-ı Kehf’in ardından inşa edilen mescid gibi, bu ilkeler üzerine yeni kurumlar kuruldu. Ülke topyekün bir diriliş yaşadı.
- Bölüm 22: MÜNAFIKLARIN HAMLELERİ | Allahın Rehberliği
BÖLÜM 22 MÜNAFIKLARIN HAMLELERİ 22.1. Zina Cezası Üzerinden Yapılan Haince Bir Oyun Münafıklar ve Yahudi işbirlikçileri, Medine İslam Ordusunun Zatürrika ve Bedrül Mev’id akınlarının / harekâtlarının başarısını gölgelemek ve Kurayza Yahudileri ile Medine Yönetiminin arasını açmak için giriştikleri başarısız Tu’me olayından sonra bir tezgah daha kurdular. Bu tezgâha göre Kurayza Yahudilerini İslami İdareye karşı hale getirmek için Yahudilerden zina yapmış bir erkek ve kadını getirip onlar hakkında hüküm vermesini Hz.Muhammed’den talep ettiler. Plana göre; Hz.Muhammed@ zina eden bu kadın ve erkeğe kırbaç / sopa cezası vereceğini öngörüyorlardı. Çünkü Hz.Muhammed’in zinanın Tevrat’taki hükmünün recm olduğunu bilemeyeceği ve hâlihazırda Yahudilerin de bu suça uyguladıkları cezanın kırbaç / sopa olması nedeniyle O’nun cari olan uygulamayı seçeceği düşünülmüştü. Hz.Muhammed’in@ suçlulara sopa / kırbaç cezası vermesini müteakiben onlar hemen halka dönüp O’nun “peygamber” değil “kral” olduğunu söyleyeceklerdi. Böylece müminlerde Hz.Muhammed’in@ peygamber olamayacağı, O’nun hedefinin krallık olduğu şüphesini yaratacaklardı. Fakat Hz.Muhammed@ onların bu konuda hem cari uygulamalarını hem de Tevrat’ta ne hüküm verildiğini soruşturunca planları suya düştü. Hz.Muhammed@, Abdullah bin Selam’dan Tevrat’ta zina suçuna recm cezasının verildiğini ama zaman içerisinde aristokrat Yahudi ileri gelenlerin kendilerine bu hükmü uygulatmamak için recm yerine sopa / kırbaç cezasını din bilginlerine dayattıklarını öğrendi. Bunun üzerine kendisine hüküm vermesi için getirilen zina suçlularına Tevrat’ta yazdığı şekilde “recm” cezasının uygulanmasını emretti. Böylece Hz.Muhammed@ onların bu oyunlarını da boşa çıkardı. Aslında Yahudilerin bu numaraları yeni değildi. Aynı oyunu Hz. İsa için de yapmışlardı. Hatırlanacağı üzere Hz. İsa da kendisine hüküm vermesi için getirilen zina suçluları için Yahudi ileri gelenlerine “içinizden bu suçu işlememiş olan ilk taşı atsın” şeklinde meşhur olmuş sözü / hükmü ile mukabelede bulunmuş ve onların oyunlarını bozmuştu. Her ne kadar münafıkların Yahudi işbirlikçileri üzerinden yaptıkları bu oyun “peygamberlik boyutu” açısından bozulsa da “İslami iktidarı yıpratmaya yönelik şeytani boyutu” devam ediyordu. Şöyle ki; Medine Yahudilerinde zina suçuna verilen cezanın aristokratların baskısıyla recmden sopaya / kırbaca çevrilmesi toplumda kabul görmüş ve benimsenerek örf haline gelmişti. Araplarda ise gelenek olarak gizli dost tutmak seklinde bir zina / nikâh türü vardı ki Cenab-ı Hak, bu tip cinsel birleşmeyi de yasak saymıştı. (Nisa Suresindeki “…. gizli dost tutmamak şartıyla… “ifadesi ) Hâlbuki cahiliye döneminde bu ayıp sayılmadığı gibi hür kadınların yaptıkları ve bir çeşit nikâh sayılan bir adet idi. ([1] ) Cenab-ı Hak, zinayı yasaklamış ancak zina edenlere nasıl bir ceza verileceği hususunda bir hüküm henüz getirmemişti. Sadece fuhuş yuvalarında yapılan zina için Nisa suresinde yasağı ihlal edenlere verilecek ceza konusunda kısmi ve ayrıntılı olmayan bir usule değinilmiş ve ileride bu konuda detaylı açıklama yapılacağı belirtilmişti. Yani zina suçu işlemiş kadınların ikinci bir emre kadar evlerinde hapsedilmeleri erkeklerin ise eziyet edilmeleri şeklinde muğlak bırakılmış / ayrıntılandırılmamış bir cezadan bahsedilmişti. Zina eden Yahudi erkek ve kadın için verilen recm hükmü her ne kadar Yahudilerle İslami İdarenin arasını açma ve Hz.Muhammed’in@ peygamberliğini tartışmalı hale getirme hususunda nifak arayanların çanlarına ot tıkadıysa da fitne çıkarmak için başka bir alan doğurmuş oluyordu. Yahudilere örflerindeki cezanın değil de Tevratlarında öngörülen recm cezasının verilmesi Medinelilerde bundan sonra zina suçuna recm cezasının herkese verileceği algısı oluşmuştu. Şeytani plana göre Medinelilerin hareketleri takip edilecek ve zina fiilleri tespit edilmeye çalışılacaktı. Nasıl olsa bu suçu işleyecek kişiler çıkacaktı. Zira cahiliyeden kalan alışkanlık ile gizli dost tutmuş birçok insan vardı. Zina konusunda oldukça rahat bir toplum vardı. Bu nedenle gizli dost tutarak zina yapan kişiler tespit edilip hemen Hz.Muhammed’in önüne getirilecekti. O da vereceği recm hükmüyle zina işleyenleri taşlattıracaktı. Uygulamanın ucu mutlaka bir ileri gelene yahut ileri gelenin yakınına eninde sonunda dokunacaktı. İleri gelenler bu cezayı uygulatmak istemeyeceğinden sonunda Hz.Muhammed’in@ otoritesine karşı gelmeye ve onun iktidarını sarsmaya çalışacağı kesindi. Onların bir diğer amacı da fuhuş merkezlerinin kapatılmasının toplumda fuhşun yayılmasına neden olduğunu göstermekti. Onlara göre fuhuş yuvaları toplumda temiz kalmak isteyenleri temiz bırakıyor, kirli insanların temizlere bulaşmasını engelliyordu. Onların fuhuş merkezleri kapatılınca kirli insanların temiz toplumun içerisine girerek toplumu kirlettiğini iddia etmiş olabilecekleri de söylenebilir. Böylece Hz.Muhammed’in@ politikalarının toplumu ıslah etmek yerine toplumu kirlettiği mesajını vererek İslami iktidarı yıpratacaklardı. İslami İktidar yıpranmamak için kararlarından geri dönmesi halinde özellikle Abdullah Bin Ubey kapatılan fuhuş yuvalarına geri kavuşabilecekti. Ayrıca onlar zina işleyen suçlulara verilecek recm cezası ile toplumu korkutmak istemekteydiler. Zira insanları recm gibi ağır ceza ile yüz yüze getirmek onları Hz.Muhammed’den@ kopartmak için bulunmaz bir fırsattı. Yahudiler olsun münafıklar olsun onların derdi; toplumun arındırılması değil Hz.Muhammed’in@ iktidarının zarar görmesiydi. Siyasi alanda mertçe ve dürüstçe mücadele edemeyen ve her giriştikleri mücadeleyi kaybeden muhalif münafıklar ve işbirlikçileri olan Yahudiler, şimdi psikolojik harp taktiği denemeye başlamışlardı. Hatta bu şeytani planın belki de en önemli ayağı, yapılacak izleme ve takip faaliyetleri kapsamında zina suçuna ait birtakım emareler taşıyan bazı ileri gelenleri hüküm vermesi için Hz. Peygamberin önüne getirmek olacaktı. Şayet böyle bir olay yakalanacak olursa kabileler arasında çatışma yaratılabilecekti. Zira suçlanan kabile kendi adamını savunacak ve iftira atıldığını iddia edip iftira atanın cezalandırılmasını talep edecekti. Ya da doğrudan iftira atan kabilenin üzerine yürüyecekti. Şayet olayın iftira olduğuna hükmedilecek olursa, iftira atan şahsın kabilesi bunu kendisine bir hakaret ve aşağılama addedecek ve cezanın uygulanmasına karşı çıkacaktı. Yani hangi taraftan bakılırsa bakılsın bu plan işlediğinde mutlaka bir kargaşa / anarşi / fitne ortaya çıkacaktı ve Hz.Muhammed’in@ iktidarı bu kaos / fitne sonucunda darbe alacaktı. Münafıklarda böylece iktidarı devirmek için fırsat yakalamış olacaklardı. Plan çok haince bir plandı. Bu plan münafıklara öylesine cazip gelmişti ki hemen tecessüse / röntgen / izleme / takip / dinleme faaliyetlerine başladılar. Oynanan oyunu anlayan Hz.Muhammed@ hüküm verilmesi için kendisine getirilen zina vakaları için en ağır ceza olan recme hükmetmekle birlikte bazılarını da görmezden gelmekte ve hükmün uygulamasını ertelemeye çalışmaktadır. Ta ki bu konuda Cenab-ı Hakk’ın yol gösterici talimatları gelene kadar. Onlar bu tezgâhların peşinde olsun Hz.Muhammed@ yine bir sefere / akına hazırlanıyordu. Bu sefer / akın Mustalik oğullarının üzerine yapılacaktı. 22.2. Mustalikoğulları Seferi / Akını Huyey Bin Ahtabın tüm kabileleri dolaşıp Medine İslam Cumhuriyeti aleyhine hizipler / müttefikler ordusu yaratma çabası kendini göstermiş ve Huzaalılardan olan Mustalik Kabilesi lideri Haris b. Ebi Dınar silah ve savaşçı toplama hazırlıklarına başlamıştı. Sadece kendi kabilesini değil aynı zamanda çevre kabileleri de bu hizipler / müttefikler ordusuna katılım hususunda ikna etmişti. Hz.Muhammed@, bunu haber alınca, durumu incelemek ve öğrenmek üzere Büreyde b. Husaybi’yi Mustalik oğullarına ajan olarak gönderdi. Müşrik gibi görünen Bureyde haberin doğruluğunu teyit eden bilgilere sahip olarak Medine’ye döndü ve edindiği bilgileri Hz.Muhammed’le@ paylaştı. Hz.Muhammed@, müttefik güçlerin daha da büyümesini engellemek için caydırıcı akınlardan / seferlerden birisinin de Mustalik oğulları üzerine yapılması gerektiği kanaatini Medine İslam Cumhuriyetinin ileri gelenleri ile paylaştı. Hz.Muhammed’in@ görüşüne katılan mümin ileri gelenler hemen sefer / akın hazırlıklarına başladılar. Hazırlanan askeri birlik 700 kişiden oluşuyordu. Bu birliğin içerisinde 30 atlı süvari de bulunuyordu. Fakat bu seferin / akının diğer seferlere / akınlara göre farklı olan hususu ise daha önceki seferlere katılmayan münafıklardan birçok kimsenin bu sefere katılması idi. Onlar taktik değiştirmişlerdi. Bütün çabalarına rağmen önleyemedikleri seferin / akının içerisinde yer alıp fitne çıkarmayı deneyeceklerdi. Şayet bu sefer sırasında çıkarılacak bir fitne sonucunda akın / sefer başarısızlıkla neticelenirse bundan sonra akınlara seferlere çıkılmaması gerektiği hususundaki politikalarının ne kadar haklı olduğunu ispat etmiş olacaklardı. Dahası çıkardıkları fitne nedeniyle bu akının / seferin başarısızlığa uğramasını sağladıkları takdirde gelecekte Mekke müşrik yönetimine yardım ettiklerini ileri sürerek onlardan mükafatlarını bekleyeceklerdi. Mustaklik Seferine / akınına çıkıldı. İslam Ordusunun ilerleyişi sırasında orduya düşman casusu sızdı. İslam ordusu hakkında bilgi toplamak için Mustalik kabilesinin gönderdiği o casus yakalandı ve boynu vuruldu. Medine İslam Ordusunun üzerlerine gelmekte olduğunu ve casuslarının yakalanıp idam edildiğinin haberini alan çevre kabileler Mustalikleri yalnız bırakarak kaçıp dağıldılar. Zira casusun yakalanıp öldürülmesi bu işin şakasının olmadığını ve işin ciddiyetini gösteriyordu. 22.3. Mureysi Kuyusu Başında Su Kavgası Medine İslam Ordusu Mureysi Kuyusu yanında karargâh kurdu. Ordunun su ihtiyacı için görevliler kuyuya su çekmeye gittiler. Muhacirlerden olan Cahcah b. Mesud ile Ensardan Sinan’ın kovaları birbirine karışınca aralarında kavga çıktı. ([2] ) Cahcah eski cahiliye âdeti alışkanlığı ile Kureyşlileri / Mekkeli muhacirleri yardıma çağırınca baş münafık Abdullah bin Ubey’e ortalığı fitneye boğmak için gün doğdu. Münafıklar da hemen Evs ve Hazreçlileri / Medinelileri çağırdı. Taraflar birbirlerine kılıçları çektiler. Cahiliye âdeti hortlamıştı. Az kalsın büyük bir fitne kopacaktı. Abdullah bin Übey sürekli kışkırtıcı sözler sarf ediyor ve tarafların birbirine girmesine çalışıyordu. Neyse ki tarafların aklı başında ileri gelenleri hemen duruma el koydular ve tarafları yatıştırdılar. Fakat Abdullah bin Übey bu durumu kaşımaya devam etti ve özellikle Medineliler arasında Muhacirlere karşı kin ve nefret tohumu ekecek sözler sarf etti. Onun mealen sözleri şöyle idi; “Gelip kendi yurdumuzda bize egemen oldular, çoğaldılar şimdi kalkmış bize kafa tutuyorlar, bizim soyumuzu bizim ülkemizden sürecekler, Dağdan gelip bağdakini kovma misali ya da besle kargayı oysun gözünü, vb…. Ama göreceksiniz. Hele bir Medine’ye dönelim. Andolsun aziz ve üstün olan bizler, şu sefilleri şehrimizden sürüp çıkaracağız …..” Olayla ilgili bilgiler ve yapılan konuşmalar Hz.Muhammed’e iletildi. Peygamberimiz çok öfkelendi. Hem eski cahiliye adetleri ile müminlerin hareket etmelerine kızdı hem de Abdullah bin Übey’in kışkırtıcı / bölücü tavır, davranış ve konuşmalarına çok öfkelendi. Bu konuda önce Hz. Ömer ile konu hakkında bir görüşme yaptı. Hz. Ömer’in fikri bu sorunu kökten çözmek için Abdullah Bin Übey’i hemen öldürmekti. Fakat Hz.Muhammed@ onun görüşüne katılamıyordu. Zira olay sadece bir kişiyi öldürerek sorun çözülmüyordu. Tam aksine onun öldürülmesi halinde sorun belki daha da büyüyecek ve kabile asabiyesi nedeniyle müminler arasında bölünme ve çatışma yaşanabilecekti. 22.4. Ordu Karargâhında Abdullah Bin Übey Hakkında Yapılan Değerlendirmeler Hz.Muhammed daha sonra Ensar’dan ileri gelenlerle görüştü. Onların bir kısmı Hz. Ömer gibi düşünerek cezalandırılması gerektiği fikrinde iken diğer bir kısmı ise Abdullah bin Übey’in hala kabilesi nezdinde bir itibarı ve otoritesinin olduğunu, onun öldürülmesi halinde “Hz.Muhammed@ kendi topluluğunu / ümmetini de öldürmeye başladı” şeklinde menfi bir propagandaya maruz kalınacağını söylediler. Bu görüşte olanlar, bu tür bir söylemi düşmanların ve münafıkların İslami İdarenin aleyhine kullanarak onun kabilesi olan Hazreçlileri kışkırtacağını ve çatışmalara kadar varan bölünmelere yol açacağını bildirdiler. Bu nedenle Abdullah bin Übey’i öldürmek yerine onunla görüşüp özür dilemesini sağlayarak onu itibarsızlaştırmanın daha iyi bir politika olacağını dile getirdiler. Müşavereden sonra Hz.Muhammed@ Abdullah bin Übey’i çağırttı ve topluluğun huzurunda kendisinin böyle bir söz söyleyip söylemediğini sordu. O söylediklerini inkar etti. O bilgiyi getirenin sözlerini yanlış anladığını ifade etti. Dahası Hz.Muhammed’in de peygamber ve liderliğine şehadet etti. Böylece Abdullah Bin Übey’in Hz.Muhammed ve muhacir müminler hakkında o fitne çıkarıcı sözleri söylemiş olmasına rağmen herkesin huzurunda inkar etmesi ve sözlerinin yanlış anlaşıldığı şeklinde viraj alması ve Hz.Muhammed’in@ peygamberliğini ve liderliğini tekrardan kabul etmesi / şehadet etmesi onun rezilliğini göstermesine yetti. Onun böyle karaktersiz, korkak, sefil ve sözlerinin arkasında duramayacak kadar ödlek tavır sergilemesi, kendi kabilesinin nezdinde de itibar kaybına neden oldu. 22.5. Müreysi Kuyusu Başındaki Su Kavgası Raporu: Münafıkun Suresi Cenab-ı Hak, daha sonra bu olayın anlatıldığı Münafikun Suresini inzal etti. Bu sure ile müminlere özellikle de münafıkların lideri olan Abdullah Bin Übey’in kabilesinden olan müminlere uyarılar ve öğütler verdi. Surede münafıkların (özelde Abdullah bin Übey’in) Hz.Muhammed@ aleyhine söylediği sözlerden sonra tekrar Hz.Muhammed’e biat etmesi dile getirildikten sonra onların (onun) yalan söylediği yani gerçekte bu biatında bile samimi olmadığı belirtildi. Bu hususların Allah (toplum / peygamber ve müminler) tarafından gayet iyi bilindiği ortaya konuldu. Her ne kadar onlar müminleri Allah’ın yolundan engellemeye devam edebilmek için yeminlerle biatler yapmakta ve asla fitne çıkarmadıklarını kendilerinin yanlış anlaşıldığını söyleseler de onlar inkârla (İslam Cumhuriyetini tanımama) ile iman (İslam Cumhuriyetine tabi olma) arasında gidip gelmektedirler. Cenab-ı Hak onların bu durumunu belirttikten sonra onların sonunda korkularına yenilerek inkâra gömüldüklerini belirtti. Bütün bunlar aşağıdaki ayetlerde şöyle ifade edildi: Rahman Rahim Allah Adına 1-3- O münafıklar sana geldiklerinde: “Biz şehadet ederiz ki, sen kesinlikle Allah'ın Peygamberisin” dediler. Allah, senin gerçekten kendisinin Peygamberi olduğunu biliyor ve aynı zamanda Allah, o münafıkların yalancı olduklarına da şahitlik ediyor. Onlar, bu şehadetlerini / yeminlerini kullanarak insanları Allah’ın Yolundan alıkoyuyorlar. Bu yaptıkları ne iğrenç bir davranıştır. Çünkü onlar inandıktan sonra inkar ettiler; bu yüzden kalpleri mühürlendi. Artık neyin iyi neyin kötü olduğunu anlayıp kavrayamazlar. (Münafikun Suresi 1-3) Onların Hz.Muhammed@ dahil herkesi etkileyen söz ve tavırlarıyla sanki halkın iyiliğine çalışıyormuş görüntüsü verdiklerini ama asla öyle olmadıkları ifade edilir. Onların korkaklıkları öylesine büyüktür ki; her olayın, her gelişmenin, her haberin ve her çağrının kendi aleyhlerine olacağını zannederler. Bu hususlar ayetlerde şöyle ifade edilir; 4- Onların dış görünüşlerine / kalıplarına baktığın(ız) zaman onları adam sanırsın(ız), ağızları da iyi laf yapar / sözlerini dinletirler. Fakat aslında “giydirilip süslenmiş” kalas / odun gibidirler. Onlar duydukları her sesi / her konuşmayı / her çağrıyı / her gürültüyü kendi aleyhlerine olduğunu zannederler. Onlar size düşmandır, bu yüzden onlara karşı dikkatli olun. Allah canlarını alsın onların! Nasıl da Dosdoğru Yoldan kendilerini saptırıyorlar! (Münafikun Suresi 4) Yapılan görüşmelerde müminlerin bir kısmı onların öldürülmesinden yana görüş bildirmişler, peygamberimiz dahil diğer kısmı ise şimdilik bağışlanmalarından yana olmuşlardır. Ama nihai karar olarak Abdullah Bin Übey’in huzura çağırılarak ona suç teşkil eden sözleri için bağışlanma ve özür dilemesinin söylenmesi kararı çıkmıştı. Ancak o özür dilemeyi değil, kibir ve gururundan bahane bulmayı, yanlış anlaşılmış olduğunu beyan etmeyi, sözlerini getiren kişinin yanlış aktarmış olduğunu vb. viraj almayı seçmişti. Onun bu viraj alma taktiklerini peygamberimiz ve müminler biliyorlardı. Şahit de oldular. Hz.Muhammed@ ne kadar bağışlanmalarını istese de eninde sonunda bir gün gelecek onların / onun yaptıklarının hesabı mutlaka sorulacaktı. Cenab-ı Hak, (İslami İdare ) onu / onları asla bağışlamayacaktı. Cenab-ı Hak, bu durumu şöylece ifade etti; 5-6- Onlara: "Gelin, Allah'ın Peygamberi sizin için bağışlanma dilesin" denildiğinde, bundan yüz çevirdiler. Kibirlenerek bundan yüz çevirmelerine bakar mısın? Artık sen onlar için ister bağışlanma dile ister dileme onlar için fark etmez. Bu nedenle Allah onları asla bağışlamayacaktır. Şüphesiz Allah, böylesi yoldan sapmış bir topluluğu asla Dosdoğru Yola iletmez. (Münafikun Suresi 5-6) Cenab-ı Hak, onları asla bağışlamayacaktı, Çünkü o münafıkların yaptıkları ve niyetleri öyle yenilir yutulur cinsten değildi. Onlar halkı İslami İdarenin yıkılması için galeyana getirmekteydi ve onların bir nevi darbe için iktidarı maddi imkândan yoksun bırakma girişimleri vardı. Dahası akın / sefer sırasında Medine İslam toplumu arasına kin ve nefret tohumları ekerek bölmeye çalışmışlardı. Müreysi kuyusunda su yüzünden çıkan ihtilafı kullanarak Ensar’ı Muhacirlere karşı kışkırtmışlardı. Hz.Muhammed@ ve Muhacirleri Medine’den sürüp çıkarma niyetlerini ifade etmişlerdi. Bunları Cenab-ı Hak şöyle ifade etti; 7-8- Onlar: “Allah'ın Peygamberinin yanındakilere hiç bir şey infak etmeyin / vermeyin ki dağılıp gitsinler” dediler. Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Fakat o münafıklar bu gerçeği göremiyorlar. Onlar: “Göreceksiniz, andolsun ki, Medine'ye döndüğümüzde üstün ve şerefli olanlar, güçsüz ve aşağılık olanları sürüp çıkaracaklar” diyorlardı. Halbuki asıl üstünlük ve şeref Allah’a, Peygamberine ve müminlere mahsustur. Fakat o münafıklar bu gerçeği de göremiyorlar. (Münafikun Suresi 7-8) Cenab-ı Hak, müminleri malları ve çocuklarına olan sevgilerinin kendilerini İslam Cumhuriyetine destek olmaktan alıkoymaması konusunda uyardı. Şayet bu uyarıya kulak asılmayacak olursa sonlarının hüsran olacağını ve kendilerine yazık edeceklerini bildirdi. Uyarıya kulak asılmaması halinde Medine İslam Cumhuriyetinin yıkılması ve idarecilerin ölümleri mukadder hale geldiğinde artık çok geç olacak ve bu eceli erteleme konusundaki yakarışlar / çırpınışlar fayda etmeyecek ve son pişmanlık da fayda getirmeyecekti. 9-11- Ey müminler! Mallarınız ve çocuklarınız sakın sizi Allah’ı zikretmekten / Allah’ın dinine / Allah’ın devletine destek olmaktan alıkoymasın. Her kim böyle yaparsa, işte onlar kendilerine yazık etmişlerdir. Sizden birinize ölüm gelip çattığında: "Ey Rabbim! Bana biraz daha süre tanısan da sadaka / sadakat vergisini verip Salihlerden olsam” demeden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. Çünkü Allah hiç bir kimsenin ecelini ertelemez. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Münafikun Suresi 9-11) 22.6. Beni Mustalik Savaşı Bu olaydan sonra Medine İslam Ordusu gece karanlığından yararlanarak Mustalik oğullarını kuşattı. Onlar önce teslim olmaya / müslüman olmaya ve Medine İslam Cumhuriyetinin müttefiki olmaya davet edildiler. Fakat onlar bu çağrıya ok atarak karşılık verince savaş başladı. Savaş çok kısa sürdü ve Mustalik oğulları teslim olmayı kabul etti. Onlar on kişi kayıp verirken müminler bir kişi şehit vermişti. Beni Mustalikların bütün erkekleri, kadınları ve çocukları esir edilirken deve, sığır ve davarları da ganimet olarak alındı. Esir edilenlerin 200 aile olduğu rivayet edilir. Elde edilen ganimetler ise 2000 deve ve 5000 küçükbaş hayvan olduğu rivayetlerde geçmektedir. [1] ) Haden: Cahiliye döneminde hür olduğu için zina yapamayan bir kadının, bir erkekle metres hayatı yaşamasıydı. Böyle kadınlara "Müttehizat-ı Ahdân" denilirdi. Bu devirde hür bir kadının zina yapması çok ayıp sayılırdı. Bu sebeple hür kadınlar gizli dost tutarak cinsel ilişkide bulunurlar, böyle birleşmelere de "Nikah-ı Hadn" denilirdi.( Taberî, Camiu'l-Beyan, V, 19; îbn Hacer, Fethu'l-Barî, IX, 158.) îbn Abbas, bu tür kadınların sadece bir tek dost tuttuklarını, Cahiliye halkının zinadan aşikar olanı haram sayıp, gizli olanı helal saydıklarını söylemektedir.[Taberî, Camiu'l-Beyan, V, 20 ; îbn Hacer, Fethu'l-Barî,VIII, 83.) [2] ) NOT: Rivayetlerde kovaların karışması olarak verilen bu su anlaşmazlığı biraz törpülenmiş bir anlatım gibi geliyor. Çölde kuyulara sahip olmanın çok büyük bir ekonomik getirisi olduğunu ve bu noktada muhacirlerin içerisinde daha hala iman etmemiş müşrik köle ve hizmetçilerin olduğunu ve bunlarında eski adetlerle hareket ettiğini bu nedenle kuyuya sahiplenmeye çalışıldığını, hatta eskiden köylerde bir çok kavganın su alma ve/ veya su sırası yüzünden çıktığı düşünüldüğünde bu akında da detayları çok bilinmese de su yüzünden bir fitnenin çıktığı kesindir. (M.Ali Baltaşı) Harita 24: Beni Mustalik Seferi (https://www.wpmap.org/map-of-saudi-arabia/saudi-arabia-physical-map-gif/ ) 22.7. Beni Mustalik Akınından / Seferinden Dönüş ve «İFK» Hadisesi Medine İslam Ordusu Beni Mustalik akını / seferinden Medine’ye dönerken «ifk» hadisesi yaşanır. Bu akına / sefere giderken Hz.Muhammed@ yanına hanımlarından Hz. Aişe’yi almıştı. Dönüş yolunda ordu konaklamıştı. Fakat Hz.Muhammed@ gece aniden orduya tekrar yola koyulma emir verdi. Zira peygamberimiz «Bi’rimaune» ve «Reci» akınlarındaki / seferlerindeki katliamdan sonra yapılan akınlarda / seferlerde alışılmışın dışında hareket ediyordu. (Salatları / içtimaları kısa tutma, salatlarda / içtimalarda orduyu ikiye bölme, farklı istikametlerde ilerleme, vb.) Bu sefer dönüşünde de çok tedbirli davranıyordu. Özellikle de Abdullah bin Übey’in “Medine’ye bir dönelim onları nasıl şehirden sürüp çıkaracağız göreceksiniz” şeklinde ki sözünün arka planı olup olmayacağını da dikkate alıyordu. Bu nedenle orduyu aniden harekete geçirince görevliler Hz. Aişe’nin hevdecini devesinin üzerine yüklediler ve ordu harekete geçti. Fakat Hz. Aişe gecenin bir yarısında harekete geçilmesi emri üzerine uyandırılınca, hemen hacetini görüp gelmek için ordudan biraz tenha bir yere ayrıldı. Hacetini görüp geldiğinde gerdanını düşürdüğünü fark etti ve geri dönüp gerdanını aramaya koyuldu. Geri geldiğinde ise ordu çoktan uzaklaşmıştı. Hz. Aise ise telaşa kapılmadı. Nasıl olsa hevdecinde yokluğu anlaşılınca geri gelip almaya görevli adamları gönderirler diye bulunduğu yere oturup bekledi ve bekleme uzun sürünce oracıkta uyuyakaldı. 22.8. Abdullah Bin Übeyin Algı Operasyonu ve “İfk” hadisesinin Siyasi Önemi İslam Ordusunun artçılarından Safvan bin Muattal ise geriden geliyordu. Hz. Aişe’yi fark etti ve devesine bindirdi. Birlikte orduyu takip ettiler. Onlar ordunun peşinden ancak o gecenin sabahında (öğleye doğru) yetişebildiler. Ordunun gerisinden bir asker yaya olarak ve bir kadın devenin üzerinde geliyorlardı. Ordudakiler bunların kim oldukları hususunda meraklandılar. Onlar orduya yaklaşınca erkeğin Safvan kadının ise Hz. Aişe olduğunu gördüler. Bu manzarayı görünce Abdullah bin Ubey’e fitne çıkarmak için yine gün doğmuştu. Uzun zamandır sürekli aradığı fırsatı yakalamıştı. Bir kadın ve bir erkek geceleyin tek başlarına! Sahne hazırdı! Onların geceyi birlikte geçirdikleri algısı oluşturulacaktı. Abdullah bin Übey için Hz. Aişe üzerinden böyle bir algı operasyonu o kadar önemliydi ki bu olayı kullanarak çok büyük bir fitne ateşi yakacaktı. Çünkü Hz. Aişe sıradan birisi değildi. Ona atılacak bir iftira, onun Hz.Muhammed’den@ ayrılmasını sağlayacağı gibi bundan daha da önemlisi Hz.Muhammed’le en yakın arkadaşı Hz. Ebu Bekir’in yollarını da ayıracaktı. Bu da, Medine İslam Cumhuriyeti’nin çekirdek kadrosunda parçalanma demekti. Hz.Muhammed@, peygamberliğin başlangıcından bugüne kadar hep yanında durmuş en büyük destekçisinden mahrum olacaktı. Ayrıca hanımlar arası rekabet kızışacak ve hanımlar birbirlerini diskalifiye etmeye çalışacaktı. Bunun en büyük göstergesi de bu dedikoduda kullanılan bir diğer kişi validelerimizden Zeynep binti Cahş’ın kardeşi Hamne binti Cahş olmasıdır. Diğer taraftan bu iftira öyle büyük bir siyasi kaos yaratmanın aracıydı ki, bu iftira ile Medine de kabileler birbirine girecekti. Yani bu, hem Muhacirlerin kendi arasında, hem Ensar’ın kendi arasında ve hem de Muhacirlerle Ensar arasında büyük bir fitneye, savaşa neden olabilecek bir operasyondu. O yüzden Abdullah bin Übey bu operasyona çok büyük önem verdi ve başarmak için elinden geleni yaptı. Plana göre iftira tutarsa ortalık karışacak ve yukarıda belirtilen olumsuzluklar yaşanacaktı. Yok, tutmazsa, o takdirde de Abdullah bin Übey bütün şimşekleri üzerine çekecekti. Zira iftira olduğu anlaşılacak olursa o takdirde ise bu iftiraya ceza verilmesi gündeme gelecekti. Ceza verilmesi seçeneği ise yine bir karışıklığa neden olacaktı. Çünkü Abdullah bin Ubey’in kabilesi itibarlı, imtiyazlı, ileri gelenlerinin ceza görmesinin cahiliye geleneğince kendilerinin aşağılanması olarak addedileceğini düşüneceklerinden ceza verilmemesini isteyeceklerdi. Hz.Muhammed@ ise bu cezada ısrar edecek olursa karşısında Hazreçlileri görecekti. Evsliler ve muhacirler bu cezada ısrar edecek olurlarsa birbirlerine girebilecekti. İslam Ordusu Medine’ye gelince Hz. Aişe’nin Safvan Bin Muattal ile birlikte gece yolculuğu yaptıkları üzerinden yaratılan iftira öylesine hızlı bir şekilde yayıldı ki müminler hatta peygamberimiz bile etkilendi. Algı operasyonu tutmuştu. Hz. Aişe Medine’ye gelir gelmez hastalandığından şehirde çalkalanan dedikodulardan haberi yoktu. Hz.Muhammed’de@ ziyarete geldiğinde kendisine sıcak davranmıyordu. Hz. Aise hastalığını atlatıp iyileşince dedikodunun kendisi üzerinde döndüğünü öğrendi. O, peygamberimize buna inanıp inanmadığını, babasına ve annesine buna inanıp inanmadığını sordu. Fakat hepsi de bu algı operasyonundan etkilenmişlerdi. Hz. Aişe herkesin kendi aleyhine bu iftiraya inandığını anlayınca öylesine ağladı, öylesine içine kapandı ki üzüntüsünden tekrar hasta oldu ve baygınlıklar geçirdi. Ve Cenab-ı Hakka sığındı. Olay, Safvan Bin Muattal cephesinde de son derece üzüntü vericiydi. Gerek ailesi ve gerek Hz.Muhammed@ tarafından yapılan sorgulamada Safvan Bin Muattal, Hz. Aişe ile arasında en ufak bir temas bile yaşanmadığını belirtiyordu. 22.9. Siyasi Kargaşa ve Hz.Muhammed’in@ Tarafları Yatıştırma Çabası Mescitte toplanan halka Hz.Muhammed@ bu olayın açık bir iftira olduğuna ilişkin bir konuşma yaptı. Olayın iftira olduğunun gerekçesini şöyle izah etti; “Hz. Aişe’nin üzerine atılı suçu işlediğine dair herhangi bir delil var mıdır? İçinizde buna şahitlik yapacak olan var mıdır? Yoktur. Peki, o zaman, şimdiye kadar Hz. Aişe’nin ve Safvan bin Muattal’ın şimdiye kadar fuhşa yönelik en ufak bir yanlış hareketini gördünüz mü? Görmediniz. Şimdiye kadar temiz, en ufak bir yanlış hareketi, hatta şüpheli hareketi bile olmayan bu kişilerin zina yaptıklarına dair şahit ve ispat olmadan nasıl bu suçlamanın arkasından gidebilirsiniz? Sizin kendinize konduramadığınız bir hareketi nasıl olurda lideriniz, peygamberinizin hanımı hakkında düşünebiliyorsunuz? Aynı şekilde temiz ve dürüstlüğünden şüphe etmediğiniz bir kardeşiniz Safvan hakkında böyle düşünebiliyorsunuz? Dahası bu dedikoduyu üreten Abdullah bin Übey ise uzun zamandır sürekli bizi yıpratmak için fırsat kollamakta ve birbirimize düşürmekte. Bizi sürekli itibarsızlaştırmak için elinden geleni ardına koymamaktadır. En son Beni Mustalik seferinde bizi birbirimize kırdırmak için yaptıklarını biliyorsunuz. Ayrıca Medine’ye geri dönünce bütün muhacirleri şehirden sürüp çıkaracağına dair ettiği yemini de biliyorsunuz. Bunların bu dedikoduda hiç mi ehemmiyeti yoktur! Bu işin bir zina olayını deşifre etme ve böylece güya kötülüğü ifşa ediyor gibi göstermesinin arkasında İslami iktidarı devirmek olduğunu göremiyor musunuz?” Peygamberimiz bu konuşmasında iftiracı olarak Abdullah bin Übey’i işaret etti. Bu işaret üzerine Sa’d bin Muaz, iftiracının boynunun vurulması için harekete geçilmesi gerektiğini söyleyince hemen Hazrec’ten Sa’d bin Ubade kabile taassubu ile hareket ederek buna karşı çıktı. Mescitte Evs ve Hazrecliler birbirlerine girecek hale geldiler. Hz.Muhammed@ tarafları zorlukla yatıştırdı. Fakat bu atışma sonunda taraflar birbirlerine öylesine kinlenmişlerdi ki şehirde müthiş bir gerilim yaşandı. Bir taraftan Muhacirlerle Ensar arasında Mureysi kuyusunda yaşanan gerilimin izleri devam ederken şimdi de Evs ve Hazrecliler arasında çatışma noktasına gelen bir gerilim yaşanmaktaydı. Hz.Muhammed@ tarafları barıştırmak için Sa’d bin Ubade’yi yanına alarak Sa’d bin Muaz’in evine yemeğe gitti. Ertesi gün ise Sa’d bin Muaz’ı yanına alıp Sa’d bin Ubade’nin evine gitti ve tarafları barıştırdı. Bu buluşmalarda fitneyi çıkaranların asıl amacının zaten kabileleri birbirine düşürmek olduğu ve bu nedenle oyuna gelinmemesi gerektiği hususlarının konuşulmuş olması muhakkaktır. 22.10. Cenab-ı Hakk’ın Fitneye müdahalesi Bu olaylar açık açık gösteriyordu ki, münafıklar Hz.Muhammed’i hedef alacak bir fitne için sürekli fırsat kolluyorlardı. Tüm müminler bu algı operasyonunun malzemesi olmuşlar ve fitnenin içine karışmışlardı. Fakat Cenab-ı Hak, yine elçisinin elinden tuttu ve müminlere merhamet ederek, bu algı operasyonu ile meydana gelen fitneyi tekrar boşa çıkarttı. Hz. Aişe’nin ve Safvan bin Muattal’ın temiz olduğunu açıkladıktan sonra herkesin iftiracıların asıl hedeflerinin ne olduğunu anlayamadıklarını ve oyuna geldiklerini bildirdi. Cenab-ı Hak, hassas bir noktadan vuruş yapan münafıkların esas niyetlerini anlamak için müminlerin suçlamayı basit bir şekilde reddetmeleri gerektiği halde nefislerin çok hoşlandığı dedikodu mekanizmasına yenik düştüklerine işaret etti. Hâlbuki müminler olayı siyasi bir perspektiften ele alsalardı bu oyuna gelmeyeceklerdi. Bu nedenle tüm müminlerin uyanık olmalarını ve düşmanları hakkında sığ düşünmemelerini ve onların bu tür olayları kullanarak siyasi üstünlük sağlama oyunlarına dikkat edilmesi gerektiğini bildirdi. Cenab-ı Hak, siyasi uyarılarını yaparken münafıkların açık kapılardan girmelerini önlemek için yani yeni iftiraları önlemek için erkek ve kadınlar arasındaki ilişki biçimlerini düzenledi. Böylece müminleri oyuna getirme ve fuhşa karşı olmalarına rağmen fuhuş yapanlar olarak gösterilerek yıpratılmalarının önünü aldı. Bunlar aynı zamanda toplumun zinadan / fuhuştan arınması, temizlenmesi için alınacak tedbirlerdi. Cenab- Hak, hem onların oyunlarını tersine çevirmek hem de toplumu temizleyip arındırmak için genel bir düzenleme içeren ayetlerini inzal etti. Bu düzenlemelere önce zina suçunun cezasını belirlemekle başladı. Fakat bu cezanın uygulanması yani suçun sabit olması için dört şahit ile belgelendirme şartını daha önce bildirmişti. Bu hükme göre herhangi bir zina olayında suçun sabit olduğunun tespitinin yapılabilmesi dört kişinin olayı açık bir şekilde görmesi demek faillerin bu suçu toplumun önünde açık / aleni yapması demekti. Zina suçunu işleyenler için öngörülen cezanın birinci aşaması yüz sopa / celde / kamçı vurulmasıydı. İkinci aşama ceza ise temiz kişilerle evlenememesiydi. Evlenmek istiyorsa ya kendisi gibi aynı suçu işlemiş birisini bulacak ya da bu diyardan gidecek ve başka ülkelerde evlenebilecekti. Bu hükümlerden sonra dört şahit ile suçu belgelendiremeyen iddia sahiplerine zina suçuna yakın bir ceza hükmünün getirilmesi, bir taraftan operasyon sahiplerine yönelik olsa da genel ifadesiyle temiz insanlara zina suçu iftirası atanların, bu hususta dedikodu üretenlerin bir daha bu tür faaliyetler içerisine girmesini engellemeye matuftu. İftiracı durumuna düşen şahıslar için öngörülen birinci aşama cezası ise seksen sopa / celde / kamçı vurulmasıydı. İkinci aşamada ise ömür boyu şahitliğinin kabul edilmemesiydi. Böylece münafıkların siyaset sahnesinde yenemedikleri Hz.Muhammed’i@ diz çöktürmek için tertemiz hanımlarına, özel hayatına yönelik izleme, röntgen ve dedikodu ile oluşturmaya çalıştıkları menfi algı operasyonu cezasız kalmayacaktır. Nitekim bu dedikoduyu fiili olarak yayan üç kişiye bu cezanın uygulandığı rivayet edilmektedir. Ancak bu iftirayı üreten şahıs, perde gerisinden bu işi yapması nedeniyle ona bu ceza uygulanamadı. Çünkü bu suçun asıl faili olmasına rağmen tetikçi kullanmıştı. Cezaya maruz kalanlar bu suçları alenen işlemişken Abdullah bin Ubey’in bu operasyonda rolü aleni değildi. Kimse de bunu ispat edemedi ve suçlama imkânı bulunamadı. Ancak Cenab-ı Hak onun bu husustaki rolünü gayet iyi bilmekte, elçisine de bildirmekte fakat insanların nezdinde ispat edilmesinin imkânı olmadığından ona ceza uygulanamadı.([1] ) Sadece gelecekte onu korkunç bir azabın beklediği bildirildi. Rahman, Rahim Allah Adına 1-5-Bu, indirdiğimiz ve hükümlerini farz kıldığımız bir suredir. İbret alın diye içindeki apaçık delilleri ayrıntılı olarak açıkladık. Zina eden kadınla zina eden erkeğin her birine yüzer celde / sopa vurun. Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız bu hükümleri uygulama konusunda onlara acımanız tutmasın. Onlara tatbik edilecek cezaya müminlerden bir grup da şahit olsun. Zina eden erkek ancak zina eden veya müşrik bir kadınla evlenir, zina eden kadın da ancak zina eden veya müşrik bir erkek ile evlenir. Bu, müminlere haram kılınmıştır. İffetli kadınlara zina suçu isnat edip sonra bu iddiasını doğrulayacak dört şahit getiremeyenlere de seksen celde / sopa vurun ve onların her hangi bir konudaki şahitliklerini de hiçbir zaman kabul etmeyin. Çünkü onlar, Dosdoğru Yoldan sapmış günahkarlardır. / fasıklardır. Ancak bundan sonra tövbe eden ve kendisini düzeltenler hariç. Hiç şüphesiz ki Allah, kendisini düzeltenlerin tövbesini kabul eden ve onlara karşı çok merhametli olandır. (Nur Suresi 1-5) 22.11. Algı Operasyonunun Ters Tepmesi İlahi düzenlemenin ikinci basamağında eşler arasında olabilecek karşılıklı zina suçlamasının nasıl karara bağlanacağı tespit edilir. Daha sonra Cenab-ı Hak, müminlere rahmeti ve lütfu ihsanıyla muamele etmemiş olsaydı müminlerin yeni kurulan devletlerinin büyük bir fitne ile yıkılmış ve kendileri de anarşi içerisinde mahvolmuş olacaklarını bildirdi. Fakat bunda da bir hayır olduğunu, büyük bir medeniyete doğru giderken önemli bir viraji daha aldıklarını bildirdi. Zira bu olaydan sonra münafıkların başı ve Medine İslam Cumhuriyeti’nin yapacağı harekâtlarda çok önemli bir ayak bağı oluşturan Abdullah bin Übey’in foyası net olarak çıkmış oldu. Böylece onu kabilecilik taassubu ile koruyan kabilesi artık bu olaydan sonra onun arkasında duramayacak noktaya ulaştı. Bu nedenle İslam Cumhuriyeti çok önemli bir aşamayı geçmiş oluyordu. Hem de Hz.Muhammed@ ve hanımı üzerinden yapılan operasyonu ters çevirerek bu iş başarılmış oldu. 6-11- Kendi eşlerini zina yapmış olmakla suçlayan ve buna kendileri dışında şahit de bulamayanlar, Allah adına dört kere yemin ederek kendisinin doğruyu söylediğini beyan edecek ve bu ana kadar iddiasından vaz geçmez ise beşinci yeminde, eğer yalan söylüyorsa, Allah’ın lanetini / kovmasını / uzaklaştırmasını kabul ettiğini beyan edecektir. Suçlanan eşin de, dört kere Allah adına yemin ederek, suçlayan eşinin kesinlikle yalan söylediği beyanı onu cezadan kurtarır. Beşinci yemininde de, “eğer suçlayan eşi doğru söylüyor ise Allah’ın gazabının kendi üzerine olmasını” kabul ettiğini beyan edecektir. Eğer sizin üzerinize Allah'ın fazlı ve rahmeti olmasaydı. (Şu işlemiş olduğunuz “İfk” suçu yüzünden haliniz nice olurdu!) Muhakkak ki; Allah, tövbeleri kabul eden, hüküm ve hikmet sahibidir. (Peygamberin eşi hakkında) iftira atanlar sizin içinizde olan bir güruhtur. Siz, bu olayı kendiniz için bir şer zannetmeyin, aksine bu olayda da sizin için bir hayır var. O iftiracıların her biri bu günahının cezasını görecek, üstelik bu iftirayı tasarlayarak öncülük eden o kişi de azabın büyüğüne uğrayacaktır. (Nur Suresi 6-11) 22.12.Cenab-ı Hakk’ın Fitne Ateşini Söndürmesi Bu iftira ile ilgili peygamberimizin hitabından sonra Evs ve Hazreçliler arasında mescitte şiddetli tartışmalar olmuştu. Peygamberimiz tarafları güçlükle yatıştırmıştı. Daha sonra Cenab-ı Hak, elçisini destekleyerek bu hususları zikreden ayetlerini inzal etti. Söz konusu ayetlerde, münafıkların sanki kötülüğü ifşa ediyormuş gibi davranarak hassas noktalardan siyasi olarak İslami iktidarı devirme niyetlerine karşı müminlerin sürekli teyakkuzda olmaları ve onların bu tür hassas noktaları kaşımasına müsaade etmemeleri gerektiğini bildirdi. Böyle durumlarda kesin kanıtları onlardan istemelerini ve şayet ispatlayamıyorlarsa şiddetle reddetmelerini öğütledi. Böylece hem Hazrecliler hatalarını anladılar hem de Abdullah bin Übey’in yaktığı fitne ateşi söndürüldü. Cenab-ı Hakk’ın rahmeti sayesinde hak açığa çıktı ve masum, mutahhar insanlar temize çıktığı gibi münafıkların asıl niyetleri de açığa çıktı. Ama hepsinden önemlisi eğer Cenab-ı Hakk’ın lütfu olmasaydı onların hedeflediği fitnenin gerçekleşmesi halinde durumun fecaatini kimsenin takdir edemeyeceği idi. Öyle ki meydana gelecek fitne sonunda akacak kanın, yıkılacak yuvaların, yok olup viran olacak şehrin, tarumar olacak evlerin, perişan olacak çocukların ve cariye olacak eşlerin haddi hesabı olmayacaktı. Cenab-ı Hakk’ın lütfu sayesinde çok büyük bir felaketin ucundan dönülmüş oldu. 12-15- Onu (iftirayı) işittiğinde iman eden erkekler ve iman eden kadınların birbirleri hakkında hüsnü zanda bulunarak: "Bu apaçık iftiradır" demeleri gerekmez miydi? Bu iddia da bulunanların dört şahit getirmeleri gerekmiyor muydu? Mademki şahitleri getiremediler onların, Allah nezdinde, yalancıların ta kendileri oldukları açığa çıkmıştır. Eğer dünya ve ahirette Allah’ın fazlı ve rahmeti sizin üzerinize olmasaydı, içine daldığınız dedikodu nedeni ile büyük bir azaba uğrayacaktınız! Çünkü siz bu iftirayı dilinize dolamış ve birbirinize aktarıyordunuz. Hakkında hiçbir bilginiz olmayan böyle bir konuyu konuşmanızın basit bir şey olduğunu zannetmiştiniz, oysa bu yaptığınız Allah nezdinde çok büyük bir olaydı! (Nur Suresi 12-15) Cenab-ı Hak, müteakip ayetlerde şu hususlara da işaret etti; “Medeni bir toplum oluşturulmaya çalışılıyor ve sizler de medeni insanlarsınız. Bu dedikoduyu duyunca bunun peşinden koşmanız, onu dilinize dolayıp orada burada dile getirip konuşmanız, aslı astarı olmayan, sağlam bir bilgi ve delile dayanmayan hususta dedikodulara katılmanız size yakıştı mı? Böyle yaparak ne kadar aşağılık bir konuma düştüğünüzün farkında mısınız? Halbuki böyle bir haberi duyar duymaz hemen ‘iftira olduğu çok açık! Bunları uyduranların asıl hedefi belli’ demeniz gerekmiyor muydu?” Cenab-ı Hak, müminlere bir daha bu durumlara düşmemeleri için öğüt verdiğini ve bundan sonra ayaklarını denk almalarını bildirdi. Ayrıca münafıkların müminler arasında ahlaksızlık, kötülük ve günahların yaygınlaşmasını istemekte olduklarını da vurguladı. Ama onların bu yaptıklarından dolayı hem dünyada hem de ahirette çok büyük bir cezayla karşılaşacaklarını bildirdi. 16-20- O dedikoduyu işittiğiniz zaman: "Haşa! Bu büyük bir iftiradır, bu konuyu dillendirmek bize yakışmaz” demeniz gerekmiyor muydu? Eğer gerçekten Allah’a ve ahiret gününe inanan kişilerdenseniz, bir daha bu durumlara düşmemeniz konusunda Allah size öğüt veriyor! İşte Allah size ayetlerini böyle açıklıyor. Hiç şüphesiz ki Allah, her şeyi biliyor ve O, her şeyin üzerinde hakim olandır. Ahlaksızlıkların / çirkinliklerin / kötülüklerin, müminlerin arasında yayılmasından mutluluk duyanlar, kendilerini dünyada ve ahirette acıklı bir azaba uğratmış olurlar. Sizler bilemeseniz de Allah her şeyi ve herkesin niyetlerini biliyor! Eğer Allah’ın rahmeti ve fazlı sizin üzerinize olmasaydı, haliniz nice olurdu! Muhakkak Allah rauftur rahimdir. (Nur Suresi 16-20) 22.13. Fitne Çıkaran Abdullah Bin Übey’in Makamından Alınması İftira kampanyasına alet olan müminler, cezasını çektikten sonra affedildiler ve bir daha Baş münafık Abdullah bin Übey ve onun gibilerinin peşinden gitmemeleri konusunda uyarıldılar. Cenab-ı Hak, diğer müminleri de Abdullah Bin Übey’in şeytanlıkları konusunda uyardı ve onun müminlerin yoldan çıkmasını, çirkin ve kötü işler yapmalarını istediğini belirtti. Zira o bu şekilde servet edinmektedir ve ancak bu yolla İslami İdareyi devirebilecektir. Bu nedenle müminlerin akıllarını başlarına devşirerek Abdullah bin Übey şeytanının peşinden gitmemeleri, onu rehber edinmemeleri, onun velayetini / liderliğini / yöneticiliğini kabul etmemeleri konusunda uyarılarda bulundu. Yine Cenab-ı Hak Kendisinden başkasının müminlere rahmet etmediğini belirttikten sonra yol göstermesi olmasa asla doğru yolun bulunamayacağını ilave etti. 21- Ey İman Edenler! Şeytanın sizi çağırdığı yoldan gitmeyin. Kim şeytanının çağırdığı yolu izlerse, şunu bilsin ki, o (şeytan) fuhşu, ahlaksızlıkları, çirkinlikleri ve kötülükleri yapmanızı emreder / ister. Eğer Allah size lütfu ve merhameti olmasaydı, (bu bulaştığınız günahınızdan) hiç biriniz asla temize çıkamazdınız. Fakat Allah, tevbe edenleri temize çıkarır. Hiç şüphesiz ki Allah, her şeyi işitiyor ve biliyor. (Nur Suresi 21) 22.14. İfk Hadisesinden Sonra Tarafların Barıştırılma Çabaları Daha sonra ise Hz. Ebu Bekir’in şahsında bütün müminlere hitap edilir. Şöyle ki Hz. Ebu Bekir bu olaydan sonra iftira kampanyasında maşa olarak kullanılan hizmetçisi Mistah’a bir daha hiçbir yardım yapmayacağına dair yemin etmişti. Mistah’a ve iftirada kullanılmış diğer kimselere bir daha asla yardım etmeyeceğine yönelik yaptığı yemininden dönmesi ve onlara yaptığı iyiliklerine devam etmesi gerektiği bildirilir. Şayet böyle yaparsa Cenab-ı Hakk’ın kendisini bağışlayacağı ifade edilir. Elbette herkes hata yapabilirdi. Fakat affetmek aynı zamanda affı ve merhameti celp eder. Başkasının yaptığı hata, iyilik yapmayı engellememelidir. İftira operasyonunda maşa olarak kullanılan Hasan bin Sabit, Mistah, ve Hamne binti Cahş’ı bağışlamak, Cenab-ı Hakk’ın hoşnutluğunu kazandıracağı gibi Abdullah bin Übey şeytanının asıl yapmak istediği fitneyi önleyecektir. Zaten şeytan Abdullah bin Ubey’in yapmak istediği de bu gibi şeylerdir. Yani operasyonun sonunda mutlaka bir fitne, ayrılık ve düşmanlık oluşturup tevhidi / kardeşliği / yardımlaşmayı / dayanışmayı bozmaktır. Cenab-ı Hak, bu oyuna gelinmemesi gerektiğini aşağıdaki ayetlerle bildirdi. 22-26- İçinizdeki faziletli ve varlıklı olanlar, (bu olaya bulaştıklarından dolayı kızdığı) yakınlarına, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere yaptıkları yardımları kesmesinler. Onları affetsin, hatalarını hoş görsün ve vazgeçsinler. Allah'ın sizi affetmesini istemez misiniz? Hâlbuki Allah, tövbe edip kendisini düzeltenlerin geçmişini bağışlayan ve onlara karşı çok merhametli olandır. Hiçbir şeyden habersiz, iffetli mümin kadınlara iftira atanlar dünyada ve ahirette lanetlenmişlerdir / dışlanmışlardır / makamlarından kovulacaklardır. Onlar için büyük bir azap vardır. O gün dilleri, elleri ve ayakları kendi aleyhlerine olarak bütün yaptıklarına şahitlik edecektir. O gün Allah onların hak ettikleri cezayı tastamam verecektir ve onlar Allah'ın apaçık Hak olduğunu bileceklerdir. İğrenç / dedikodu / iftiracı / kötü sözler, ancak kötü insanlara yakışır. Kötü insanlar da iğrenç / dedikodu / iftira / kötü sözler sarf ederler. Güzel sözler, iyi insanlara yakışır. İyi insanlar da güzel sözler sarf ederler. İşte bu iyi insanlar, kötü insanların iğrenç iftiralarından beridir. / uzaktır. Onlar için bağışlanma ve cömertçe verilecek güzel rızıklar vardır. (Nur Suresi 22-26) 22.15. Abdullah bin Übey’in Yöneticilikten Alınması Karşısında Hazreçlilerin Rahatsızlıkları Cenab-ı Hakk’ın ayetleriyle durum kontrol altına alındıktan sonra iftirada asıl payı olan Abdullah bin Übey İslami İdaredeki makamını kaybetti ve mescitteki koltuğu müminler tarafından kaldırıldı. Fakat bu durumdan hoşnut olmayan Hazreç kabilesinden olan müminler vardı. Kabile asabiyesi hala canlı olduğu için bu müminler kabile reisleri olan Abdullah bin Übey’in mescitteki / meclisteki makamından indirilmesini Evs kabilesi karşısında zafiyete düşmek olarak algılıyorlardı. Ayrıca bu durum nedeniyle söz konusu müminler kendi kabile mensupları nezdinde tepki alacakları gibi Evs kabilesi mensuplarının alaylarına da muhatap olabileceklerdi. Bu nedenlerle onlar Abdullah bin Übey’in makamında devam etmesini istiyorlardı. Cenab-ı Hak ise münafıkların veli / yönetici / dost olamayacaklarını ifade etti ve gerekçesini de onların hem Allah’ın hem de müminlerin (dolayısıyla peygamberin ve İslami idarenin) düşmanı olduklarını söyledi. Ama buna rağmen müminlerin kendi düşmanları olan Abdullah bin Übey’in şahsında münafıklara sevgi besleyip onların makamını korumalarını istediklerini ve bunun için onlara destek çıktıklarını beyan etti. Düşman olan bu münafıkların inkarcı / isyancı olduklarını ve ellerine geçecek ilk fırsatta onları Medine’den sürüp çıkaracaklarını bildirdi. Allah yolunda cihat için Beni Mustalik seferinde onların bunu açıkça ifade ettiklerini hatırlattı. Bu münafıkların yaptıkları ihanetler açıkça ortada iken müminlerin hala onlara sevgi beslemeleri ve onları veli / makam / velayetini istemelerinin çok anlamsız olduğunu belirttikten sonra bu şekilde devam edecek olurlarsa doğru yoldan sapmış olacaklarını bildirdi. O münafıkların müminleri asla sevmediğini ve eğer iktidara gelecek olurlarsa kendi kabile mensubu olsun ya da olmasın bütün müminlere her türlü kötülüğü yapmaktan çekinmeyeceklerini belirtti. Onların tek derdinin Hz.Muhammed’i@ iktidardan indirmek ve müminlerin ona karşı çıkmalarını / inkâr etmelerini istediğini ifade etti. Eğer onların istediklerini yapar da Hz.Muhammed’i@ inkâr edecek olurlarsa / Hz.Muhammed’e@ karşı çıkacak olurlarsa o takdirde kıyamet gününde ne akrabalarının, ne kabilelerinin, ne evlatlarının kendilerini kurtaramayacağını ve Allah’ın aleyhlerine hükmünü vereceğini de ekledi. Rahman, Rahim Allah Adına 1-3- Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veli / otorite/ yönetici/ dost edinmeyin. Siz hala onlara meveddet göstermekte / desteklemekte / makamlarında kalmasını istiyorsunuz. Hâlbuki onlar size gelen hakkı / şeriatı / İslami idareyi inkâr ettiler. Rabbiniz olan Allah’a imanınızdan dolayı Peygamberi ve sizi yurdunuzdan ve hükümet etmekten çıkarmak istiyorlardı. Eğer rızamı kazanmak üzere benim yolumda cihat etmek için çıktıysanız, nasıl oluyor da hala içinizde onlara karşı meveddet göstermeyi / destek vermeyi / makamlarında kalma isteğini taşıyorsunuz. Oysa ben sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa artık o dosdoğru yoldan sapmıştır. Eğer onlar size egemen / üst olurlarsa sizin onlara gösterdiğiniz sevgiyi göstermeyecekler, sizin düşmanınız gibi hareket edecekler ve ellerini, dillerini size fenalık etmek için uzatacaklardır. Onlar sizin de inkâr / isyan etmenizi içten arzu etmektedirler. Ama unutmayın ki Kıyamet gününde ne akrabalarınız ne de evlatlarınız size fayda vermeyecektir. Çünkü Allah aranızda hükmünü verecektir. Allah, ne yaparsanız hakkıyla görendir. (Mümtehine 1-3) Cenab-ı Hak, kabile asabiyesi ile Abdullah bin Übey gibi münafıkları destekleyen ve onların makamlarını korumasını isteyen müminlere Hz. İbrahim ve onunla beraber olan müminleri örnek vererek uyardı. Hz. İbrahim ve beraberindeki müminlerin aralarında kan ya da kabile bağı olsa bile Allah’ın sistemini reddedenlerle herhangi bir yakınlıklarının olamayacağı ve onlarla aralarındaki ilişkinin ancak düşmanlık ve kin olacağını vurguladı. Böylece müminlerin İslami idareyi devirmeye çalışan münafıklara yola gelmedikleri sürece düşman olmaları gerektiğine işaret etti. Bunun tek istisnasının Hz. İbrahim’in babasının affedilmesi için talepte bulunması olduğu vurgularken işaret edilen olay Abdullah bin Übey ile oğlu Abdullah arasındaki ilişkiydi. Şöyle ki; “Abdullah bin Ubey’in oğlu Abdullah çok iyi bir mümindi. Kabilecilik anlayışını aşmış birisiydi. Allah’a ve peygamberimize son derece bağlı idi. Kabilesinin eski cahiliye anlayışını şiddetle kınıyordu. Kabilecilik anlayışının kendilerini geri bıraktırdığını ifade ediyor ve kabile üyelerini Allah’ın hükmüne bağlanmaya davet ediyordu. Babasının yaptığı fitne ve fesat girişimlerinden dolayı da çok üzülüyordu. Öyle ki onun cezalandırılmasını bizzat kendi elleri ile yapabileceğini bile ifade ediyordu. Fakat Hz.Muhammed ona bu konuda müsaade etmiyordu. Beni Mustalık seferinde su kuyuları sebebiyle çıkardığı fitne ile “ifk” hadisesiyle çıkardığı fitnenin odağında yine babası Abdullah bin Übey vardı. Ona ceza verilmesi gündeme gelmişti. İşin ciddiye binmesinden sonra Abdullah bin Übey ceza almamak için oğlundan araya girip şefaatçi olmasını istemişti. Oğlu Abdullah ise inkârcı münafıkların dolayısıyla babasının yaptıklarından kendisinin uzak olduğunu, onlara karşı içinde son derece büyük bir öfke ve düşmanlık taşıdığını ancak babası olması nedeniyle onun bağışlanması için peygamberimize talepte bulunacağını bildirmişti. Fakat bu şekilde talepte bulunmasına rağmen yine de peygamberimizin babasına vereceği hükme rıza göstereceğini de ilave etmişti. Zira babasının çıkardığı fitne ve fesatlarla cezayı fazlasıyla hak ettiğini de beyan etti. Eğer peygamberimiz yaptıklarından dolayı babası için bir cezaya hükmedecek olursa bu cezayı bağışlatmaya gücünün yetmeyeceğini de söyledi.” Abdullah ile babası Abdullah bin Übey arasında geçen bu konuşma Cenab-ı Hak tarafından Hz. İbrahim ile kavmi ve babası arasında geçen konuşma üzerinden anlatıldı. 4-5-İbrahim ve onunla beraber olanlarda, sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır. Onlar kendi kavimlerine şöyle demişlerdi; “Biz sizden ve Allah'tan başka itaat ettiklerinizi tanımıyoruz. Sizin dininizi / yolunuzu / sisteminizi reddediyoruz. Siz Allah’a / Allah’ın dinine / Allah’ın yoluna / Allah’ın devletine iman edinceye kadar bizimle sizin aranızda ebedi bir düşmanlık ve öfke baş göstermiştir.” Ancak, İbrahim'in, babasına; “And olsun ki, senin için bağışlanma dileyeceğim, fakat sana Allah'tan gelecek herhangi bir şeyi / cezalandırmayı savmaya gücüm yetmez” sözü istisnadır. Onlar şöyle dua etmişlerdi; “Rabbimiz! Sana tevekkül edip Sana güvendik, Sana yöneldik; dönüş de ancak Sanadır. Rabbimiz! Bizleri o inkar edenleri / isyan edenleri / başkaldıranları sınanma konusu yapma ve bizleri bağışla. Şüphesiz Sen üstün ve güçlüsün. Sen tek egemen ve hikmetle hüküm verensin” (Mümtehine Suresi 4-5) Cenab-ı Hak, eğer müminler yukarıdaki uyarılara kulak asmayacak olurlarsa Kendisinin ve peygamberinin onlara ihtiyacı olmadığını belirtti. Diğer taraftan Kendisinin söz konusu münafıkları ıslah etmek için her türlü yolu gösterdiğini ve onların da doğru yola gelmelerini istediğini ifade etti. Yakın bir gelecekte onların da doğru yolu bulacağını, böylece aralarındaki düşmanlıkların sona erip tekrar dostluğun meydana geleceğini bildirdi. Buna Kendisinin gücünün yeteceğini ve onları tevbe edip hak yola geldiklerinde bağışlayacağını vurguladı. Ayrıca mümin olmasalar da Peygambere ve müminlere / İslami İdareye karşı çıkmayan, onları iktidardan ve Medine’den sürüp çıkarmak için mücadele etmeyen kimselere iyi ilişkiler içinde olmanın yasak olmadığını belirtti. Cenab-ı Hak, İslami İdare ile savaşan ve Medine’den çıkarmaya çalışan münafıklarla dostluk yapılmasını ve onların veli / velayet / yönetici kabul edilmesini müminlere yasakladığını bildirdi. 6-9- Andolsun, onlarda sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü arzulayanlar için güzel bir örnek vardır. Ama kim yüz çevirirse şüphesiz Allah’ın kimseye ihtiyacı yoktur, hamd edilmeye / yönelinmeye layık olan O’dur. Olur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasında yakında bir sevgi bağı meydana getirir. Elbette Allah’ın her şeye gücü yeter ve O günahları örten, çok bağışlayandır. Allah size, sizinle din / İslami rejim hususunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmenizi ve kendilerine adaletle davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli davrananları sever. Allah, sizi ancak, sizinle din / İslami rejim konusunda savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için destek verenleri dost / veli / yönetici edinmenizi yasaklar. Kim onları dost / veli / yönetici edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir. ( Mümtehine Suresi 6-9) 22.16. Kadınlar Üzerinden Yapılacak Komplolara Karşı İslam Cumhuriyetinin Güvenliğe Alınması Müşrikler ve Yahudiler Medine İslam Cumhuriyetini yıkmak için her yolu deneyebileceği açıktı. Savaşlarla, münafıkların entrikalarıyla ve suikastlarla İslami İdareyi yıkamayan inkârcıların Medine’ye gönderecekleri kadınlar üzerinden kargaşa çıkarma ve hükümeti zor duruma sokma ihtimallerine karşı Cenab-ı Hak alınması gereken önlemeleri bildirdi. İnkârcılar mümin kılığında gönderecekleri kadınlar vasıtasıyla Medine içerisinde şirk sisteminin propagandasını yaptırabilecekleri gibi, yine bu kadınlar vasıtasıyla toplumdaki ahlakı zina yoluyla bozabilme ihtimali vardı. Dahası iltica edecek bu kadınlar aslında eski inkârcı kocalarından hamile bir şekilde gelip İslam Cumhuriyetinde müminlerle evlendikten sonra doğacak çocuklarını mümin kocalarına nispet edip müşrik olarak yetiştirecekleri bu çocuklar vasıtasıyla İslam Cumhuriyetini içeriden ele geçirmeyi planlayabilirlerdi. Ayrıca iltica eden bu kadınların samimi bir mümin olmaları halinde inkârcı kocalarından edindikleri çocukları doğurduktan sonra öldürmeleri ihtimali de vardı. Böyle bir eylemde bulunmaları yine İslami İdareyi inkarcı topluma karşı elini zayıflatan menfi bir propagandaya maruz bırakabilirdi. Bütün bu mahzurlara karşı İslami İdareyi güvenliğe almak için Cenab-ı Hak hikmetli düzenlemelerini müminlere bildirdi ve alınması gereken önlemleri bildirdi. Cenab-ı Hak, öncelikle Medine’ye hicret ederek İslam Cumhuriyetinin vatandaşı olmak için gelen kadınların imanlarında samimi olup olmadıkları ve geldikleri inkarcı toplumların onlar üzerindeki mülkiyet hakları konusunda emirlerini inzal etti. Bu kadınların İslam Cumhuriyeti vatandaşlığına kabul edilmesi için mutlaka samimiyet testinden geçirilmesi gerektiğini bildirdi. Testi geçen mümin kadınların vatandaşlık başvurularının kabul edilmesini ve inkârcılara geri verilmemesini emretti. Bu hükümle söz konusu mümin kadınların geldikleri inkârcı toplumdaki nikâh akitlerinin geçersiz olduğu beyan edildi. Onların siyasi tercihleri nedeniyle inkarcı toplumla olan akitlerinin geçersizliği ortaya konmuş oldu. Ancak inkarcı toplumun onların üzerindeki mülkiyet haklarının hak sahiplerine geri verilmesi hükmü ile ilahi İdarenin ne kadar adil olduğu gösterildi. Bu minvalde söz konusu kadınlar için inkârcı kocalarının kendilerine verdikleri mehirlerini geri iade etmeleri müminlere emredildi. Onların üzerindeki mehir haklarının eski kocalarına iade edilmesi halinde onların yeni bir nikah akdiyle mümin erkeklerle evlenebilecekleri bildirildi. Diğer taraftan müminlerin inkârcı olan kadınlarını ise nikâhları altında tutmamaları emredildi. Bu hükümle inkarcıların kendi yandaşları olan kadınlar üzerinden mümin kocalarını ayartarak İslami İdareye zarar vermelerinin önüne geçildi. Bu hükmün akabinde şirki tercih eden kadınlara verilen mehirleri geri istemeleri emredildi. Böylece mütekabiliyet esası işletilerek İslam Cumhuriyetinin kişilerin siyasi tercihlerine saygı gösterdiği gibi mülkiyet haklarına da saygı gösterdiği ortaya konmuş oldu. İslami İdarenin bir hukuk devleti olduğu, herkesin hukukunu koruduğu ve kimsenin hukukuna tecavüz edilmesine müsaade etmediği tüm taraflara gösterildi. Karşılıklı hakların korunması esası çerçevesinde mümin bir erkeğin inkârcılara kaçan kadınları için geri istediği mehir bedelini inkârcı toplumdan alamaması durumunda – ki inkârcı toplumlar asla bu hukuka uymayacakları ve mümin erkeğin isteğini çoğunlukla vermeyecekleri için- o inkârcı toplum ile İslam Cumhuriyetinin savaşması ve müminlerin üstün gelerek ganimet elde etmesi halinde hakkını alamamış olan mümin erkeklerin bu ganimetten mehirlerini almaları hükme bağlandı. 10-11-Ey iman edenler! Mümin kadınlar size hicret ederek geldiklerinde onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer onların gerçekten iman etmiş olduklarına emin olursanız o takdirde onları inkârcılara geri göndermeyin. Zira ne bunlar onlara helâldirler, ne de onlar bunlara helâldir. Bu kadınlar için inkarcı kocalarının verdikleri mehirleri geri iade edin. Mehirlerini verdiğiniz takdirde sizin o kadınları nikâhlamanızda bir sakınca yoktur. İnkârcı kadınları da nikâhınız altında tutmayın ve onlara verdiğiniz mehirleri geri isteyin. Onlar da ( inkârcı erkeklerde İslam Cumhuriyetine sığınan mümin kadınlar için) sarf ettiklerini istesinler. İşte bu Allah'ın hükmüdür. Aranızda adaletle hükmeder. Allah her şeyi bilendir ve hikmetle hükmedendir. Eğer inkarcı olan eşleriniz mehrini geri vermeden inkarcı topluma kaçar da sizde inkarcılarla yapacağınız savaş sonunda ganimet elde ederseniz, eşleri inkarcılara kaçmış erkeklere harcadıkları mehir kadar meblağı bu ganimetlerden verin. İnandığınız Allah’ın emirlerine uyma konusunda hassasiyet gösterin! (Mümtehine Suresi 10-11) Hicret ederek testten geçen mümin kadınların İslami İdarenin vatandaşı haline gelebilmesi için sıra onların yemin etmelerine gelmiştir. Cenab-ı Hak, onların üzerine yemin edecekleri şartları inzal eder ve bu şartlar üzerine onların ahdetmeleri halinde vatandaşlığa kabul edilmelerini emretti. Bu şartlar; şirk sistemini inkâr / redd etmek, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, evlatlarını öldürmemek, başkalarından gebe kalmış olmalarına rağmen onu kocalarından olduğunu iddia etmemek, iyilik işlemek ve İslami İdarenin başkanı olan peygamberimize itaat etmek olarak belirledi. Yeminde belirtilen bu şartlarla inkârcı toplumun İslam toplumunda fitne ve anarşi çıkarmak için kadınlar üzerinden yapacağı bazı girişimlerin önlemleri alınmış oldu. Bu şartları ihlal edecek kadınlar ihanet cezasıyla cezalandırılacağından kötülük amacıyla gelmek her inkarcı kadın için kolay olmayacaktır. 12- Ey Peygamber! Mümin kadınlar; Allah’a hiçbir otoriteyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, evlâtlarını öldürmemek ve başkasının çocuğunu kocalarına isnat etmemek, iyi ve güzel ameller işlemek ve sana isyan etmemek şartları ile onların biatlarını kabul et ve onlar için bağışlanma dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.(Mümtehine Suresi 12) Cenab-ı Hak, surenin sonunda müminlere hitap ederek, Allah’ın hükümetine düşmanlık eden müşrikleri, münafıkları ve inkârcı Yahudileri veli / dost / yönetici kabul etmemeleri konusunda yeniden uyarılarda bulundu. Onların İslami İdareyi yıkma konusunda ümitleri kesildikçe yukarıda belirtildiği gibi kadınlar üzerinden ahlaksız ve iğrenç yöntemlere başvuracaklarını bildirdi. Ama uyanık olurlarsa ve Allah’ın emirlerine uymada hassasiyet gösterirlerse onların herhangi bir zarar veremeyeceğini belirtti. 13- Ey iman edenler! Kendilerine Allah'ın gazabını hak eden bir kavmi dost / veli / yönetici edinmeyin. Zira artık onlar, kabirde yatan ölülerden ümit kestikleri gibi ahiretten / gelecekten ümitlerini kesmişlerdir. (Mümtehine Suresi 13) [1] )Not: Adullah bin Übey’e iftira cezası verilmesi halinde toplumun büyük bir fitneyle birbirine girmesi ve İslami İktidarın yıkılmasına kadar varacak bir anarşinin doğmasına neden olacağı da dikkate alınmış olabilir. Bu durumda adaletsizlik meydana gelmiş olabileceği düşünülse de cezanın uygulanmasıyla meydana gelebilecek anarşi ve kaosun yaratacağı sonuçlar çok daha vahim olacağından onun cezası ahirete Allah’ın yüce mahkemesine bırakılmış olacağı da düşünülebilir.
- Bölüm 20: HİZİPLER ORDUSU GİRİŞİMLERİ | Allahın Rehberliği
BÖLÜM 20 HİZİPLER ORDUSU GİRİŞİMLERİ 20.1. Lanetlenen / Kovulan Yahudilerin Medine’yi Karıştırma Çabaları Cenab-ı Hak, Kaynuka oğulları ve Nadir oğulları Yahudilerinin Medine’den sürüp çıkarılma gerekçelerini anlatarak Kurayza oğullarına uyarılarda bulundu. Medine’den sürüp çıkarılan / lanetlenen bu iki Yahudi kabilesi, Medine Sözleşmesine / Anayasaya (Kitaba) imza atmış ve bu sözleşme kapsamında Hz.Muhammed’in@ Medine İslam Cumhuriyeti’nin Başkanı olduğunu kabul etmiş olmalarına rağmen daha sonra sözleşme / anayasa maddeleri üzerindeki ifadeleri kendi çıkarlarına ve kötü niyetlerine göre yorumlamaya başlamışlardı. Peygamberimiz ise onların bu tavırlarına karşı her seferinde onlara sözleşme maddelerinin esas anlamlarını izah ediyor ve onları sözleşme hükümlerine uymaya davet ediyordu. Onlar yapılan açıklamaları anlamalarına rağmen yine de karşı çıkmaya devam edeceklerini ifade etmek için “Raina” diyorlardı. Onlar bu kelimeyle “Tamam tamam anladık! Ama yine de karşı geliyoruz. Esas sen bizim yorumumuzu dinle / kabul et. Eğer sen hükümlere ilişkin bizim yorumumuzu kabul etmezsen / dinlemezsen / bizim çıkarlarımızı gözetmezsen / bizim isteklerimizi dikkate almazsan biz de senin açıklamalarını kabul etmeyiz / dinlemeyiz / sana uymayız” manasına gelen anlamını kastediyorlardı. Hâlbuki onlar peygamberimize “unzurna” yani “Tamam! Sözleşme / Anayasa hükümlerine ilişkin yaptığın açıklamaları anlıyoruz ve kabul ediyoruz ve bu hükümlerin uygulanmasında bize nezaret et / başımızda bakanlık yap işlerimizi sözleşmeye / anayasaya uygun mu, doğru mu yanlış mı yaptığımız konusunda bize yol göster” demeleri en uygun olanıydı. Cenab-ı Hak, Yahudilerin bu samimiyetsiz hareketlerini eleştirir ve «onlar dürüstçe davransalardı kendileri için daha hayırlı olacaktı» diye belirterek onların Medine’den sürülüp çıkarılmalarının kendi ihanetlerinden kaynaklandığını bu nedenle Medine’den kovulmayı hak ettiklerini ifade eder. Medine’de kalan Kurayza Yahudilerine de dönerek «eğer sizde Anayasayı ihlal edecek olursanız sizin de sonunuz aynı olacaktır» demeye getirir. Bunu da Cumartesi gününü ihlal eden Yahudi kabilesinden metafor yaparak belirtir. Onlara «Medine’den sürüp çıkarılmak istemiyorsanız Anayasaya / Kitaba riayet edin» uyarısında bulunur. 44-48-Şu kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanları (Medine Anayasasına dâhil edilerek kendilerini İslam Topluluğunun bir parçası yapılmış olanları) görmüyor musun? Kendileri sapıklığı satın aldıkları gibi sizin de yoldan çıkmanızı istediler. Allah düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Size bir velî / koruyucu / emrinde olduğunuz bir otorite olarak Allah yeter. Size yardımcı olarak da Allah kafidir. Yahudilerden bir kısmı kelimelerin öz anlamlarını değiştirdiler ve sözleri asıl bağlamından kopararak Peygamber’e karşı, “Raina” dediler. Eğer onlar, “(Sözleşme hükümleri konusunda yaptığın açıklamaları) işittik, anladık, kabul edip itaat ediyoruz, / unzurna: sen bizim bu hükümlere doğru bir şekilde uyup uymadığımızı gözet / bize nezaret et” deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha dürüstçe olacaktı; fakat inkâr etmeleri sebebiyle Allah, onları lanetlemiştir. / (Medine’den) sürüp çıkarmıştır. / (Medine’den) kovmuştur. / (Medine’den) uzaklaştırmıştır. Artık onların çok azı inanırlar. Ey kendilerine Kitap verilenler! (Kurayza oğulları) Gelin! Sizleri zelil ve perişan bir hale getirmeden önce tıpkı Cumartesi yasağını çiğneyen halkı lanetleyip / sürgün ettiğimiz gibi sizleri de kovmadan / sürgün edip uzaklaştırmadan önce müktesebatınız olan ilahi değerleri tasdik etmek üzere indirdiğimiz bu kitaba iman edin. Zira Allah’ın emri yerine gelecektir. Şüphe yok ki Allah, Kendisine şirk / ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başka diğer günahları istediği kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak / eşler koşarsa, muhakkak ki çok büyük bir günahla iftira etmiş olur. (Nisa Suresi 44-48) 20.2. Nadiroğulları Liderlerinin Hayberliler Nezdinde Kendilerini Temize Çıkarma Gayretleri Kur’an’ın şeytanlar ([1] ) dediği Huyey bin Ahtab başta olmak üzere Nadir oğulları liderleri, sürgün olarak gittiği Hayber’de şeytanlıklarına devam ederler. Medine’den sürgün edilmelerinde esas suçlu kendileri olmasına rağmen Hayber’li dindaşlarına sürgünde kendilerinin hiç kabahatlerinin olmadığını anlatıp kendilerini temize çıkartmaya çalıştılar. Bu sürgünde esas suçlunun Hz.Muhammed@ olduğunu iddia ederek O’nun kendilerini haksız yere Medine’deki yurt ve yuvalarından çıkarıp kovduğunu anlattılar. Fakat kendi yaptıkları ihanetten ve çıkardıkları anarşi/ fitne / bozgunculuktan söz etmediler. Hayberliler de dindaşlık tarafgirliği ile onların sözlerine inanıp onları bağırlarına bastılar. Huyey bin Ahtab öylesine şeytandı ki kendisini Hayberlilere kabul ettirmek için kızı Safiye’yi ([2] ) Hayber reisine nikahladı. 49-50-Kendilerini temize çıkaranlara baksana! Hayır! Tam tersine! Allah, dilediği kimseyi temize çıkarır. / çıkaracaktır. Onlara kıl kadar haksızlık edilmez. / edilmeyecektir. Bak hele, Allah’a (elçisine) nasıl iftira atıyorlar, ona yalan isnat ediyorlar. Apaçık bir suç olarak bu yeter! (Nisa Suresi 49-50) 20.3. Huyey bin Ahtab ve Arkadaşlarının Mekke Müşrikleriyle Yaptığı İttifak Anlaşmasının İhbarı Nadir oğullarının Medine’den sürülmesinden / lanetlenmesinden sonra Medine İslam Cumhuriyetini yıkmak için Hayber’den bir heyet Mekke’ye giderek Ebu Süfyan ile müttefiklik anlaşması yaptılar. Giden heyetin başında Huyey Bin Ahtab vardı. Heyetin diğer üyeleri ise Nadir oğulları reisi Sellam bin Mişkem, Hevze b. Kays el-Vaili, Ebu Ammar el-Vaili, Sellam b. Ebi’l Hukayk, Kinane b. Ebi’l-Hukayk, Rebi’ b. Ebi’l Hukayk ve Hevze b. Ebi’l Hukayk olduğu rivayet edilir. Bu Yahudi heyeti Medine İslam Cumhuriyetine karşı ittifak anlaşması yapmak için Ebu Süfyan’la görüşür. Ebu Süfyan onların teklif ettikleri müttefiklik anlaşmasına çok olumlu yaklaşır. Ancak Mekke yönetimi ileri gelenleri Yahudilerin verdikleri sözlere güvenilemeyeceğini belirterek onlardan güvence istediler. Bunun üzerine Yahudiler sözlerinde duracaklarına dair nasıl bir güvence istediklerini sordular. Mekke Yöneticileri onlardan şirk sisteminin Hz.Muhammed’in getirdiği İslami / tevhidi sistemden daha doğru ve üstün olduğunu söylemelerini istediler. Müşriklerin bu talepleri aslında Yahudilerin kendi dinlerini inkâr etmeleriydi. Yahudi heyeti kendi din ve inançlarını inkâr pahasına Mekkeli müşriklerin müminlerden daha doğru yolda olduklarını herkesin önünde ilan ettiler. Bunun üzerine Mekke Yöneticileri ile Yahudi heyeti Kâbe’nin örtüsü altında müttefiklik anlaşması yaptılar. Anlaşma uyarınca Hayberliler ile Mekke Yönetimi Medine İslam Cumhuriyetine karşı birlikte hareket edecekler ve Hz.Muhammed’in iktidarı yıkılıncaya kadar birlikte savaşacaklardı. Medine İslam Cumhuriyeti Hayber’in üzerine ordu gönderdiğinde Mekke yardım için ordu gönderecek ve Medine’nin üzerine gidecekti. Şayet Medine İslam Cumhuriyeti Mekke’nin üzerine gidecek olursa Hayberliler Medine’ye saldıracaklar ve böylece birbirlerinin güvenliklerini sağladıkları gibi Medine’nin elini kolunu bağlamış olacaklardı. (Harita 21) [1] ) Bakara Suresindeki ayet “İnananlara rastladıkları zaman, "İnandık" derler, şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında, "Biz şüphesiz sizinleyiz, onlarla sadece alay etmekteyiz" derler. [2] ) Hayberin fethinden sonra peygamberimiz Safiye’yi eş olarak almış ve validelerimizden birisi olmuştur. 2 Harita 21: Yahudilerin Mekke ile Yaptıkları Müttefiklik Anlaşması İle Medine’nin Kıskaca Alınması(https://www.wpmap.org/map-of-saudi-arabia/saudi-arabia-physical-map-gif/ ) Anlaşmanın bir diğer maddesine göre Mekke Yönetiminin liderliğinde Arap kabilelerden müteşekkil bir hizipler ordusu teşkil etmek için Yahudiler gerekli organizasyonu üstlenecekler ve Medine İslam Cumhuriyeti ile gerçekleşecek savaşın finansmanını yine Yahudiler temin edeceklerdi. Ancak kendileri savaşa iştirak etmeyeceklerdi. Yahudilerin bu anlaşma öncesi şirk ideolojisinin Allah’ın otoritesine dayalı tevhidi dünya görüşünden daha doğru olduğunu ilan ederek Mekke müşrik yönetiminin egemenliğini de kabul ettiklerini bütün Arap Yarımadasına ilan etmiş oldular. Onlar bu beyanları ile Hz.Muhammed’in@ İslami idaresi yıkıldıktan sonra Mekke müşrik yönetiminin ideolojik egemenliği altında yaşamayı da kabul ettiklerini ilan etmiş oluyorlardı. Onlar bu anlaşma ile sadece ihtiraslarını tatmin edeceklerdi. Ancak bu tatmin için canları dahil çok fazla fedakârlık yapmaları gerekiyordu. Halbuki ihanet etmeyip Hz. Peygamberle birlikte olmuş olsalardı yönetime ortak olmuş olacaklar, İslam / barış topluluğunun bir paydaşı olarak şeref ve izzetten pay alacaklardı. Ancak onlar ihanet ederek bu nimeti teptiler. Şimdi yaptıkları ittifaklarda onların ne kadar aşağılık ve şerefsiz bir karaktere sahip olduklarını göstermektedir. İyi ki erken vakitte kötü karakterlerini ortaya koydular. Böyle düşük karakterli insanlara yönetimden pay verilir mi hiç? Eğer İslam Cumhuriyetinde iktidardan payları olsaydı onlar sahip oldukları düşük ahlak, gurur, kibir ve seçkinlik iddiaları nedeniyle diğer insanlara zırnık koklatmayacaklardı. Zaten İslam Cumhuriyeti kurulmadan önce Medine halkını ve kendi halklarını sömürmekten başka bir icraatları yoktu. İslam Cumhuriyetine karşı çıkışlarının altında da İslami idarenin onların sömürülerine taş koyması yatıyordu. 51-53- Şu kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanları (Medine Anayasasına dâhil edilerek kendilerini İslam Topluluğunun bir parçası yapılmış olanları) görmüyor musun? Onlar, cibt (Huyey bin Ahtab gibi şeytanlara) ve tağuta (Sellam bin Mişkem gibi başkaldıranlara) inanıyorlar / güveniyorlar da müşrik inkârcılar için, “Bunlar, müminlerden daha doğru yoldadır” diyorlar. İşte onlar, Allah’ın lanetlediği / Medine’den kovduğu / Medine’den uzaklaştırdığı / Medine’den sürüp çıkardığı kimselerdir. Allah kimi lanetlerse / kovarsa / uzaklaştırırsa, artık ona asla bir yardımcı bulamazsın. Onlara (İslami) iktidardan / yönetimden / mülkten bir pay verilir mi hiç? Eğer bir payları olsaydı, insanlara bir hurma çekirdeğinin zerresini bile vermezlerdi. (Nisa Suresi 51-53) 20.4. Yahudiler İhanetlerinin Cezasını Çekiyorlar / Çekecekler Huyey bin Ahtab başta olmak üzere bir kısım Yahudi lider, Hz.Muhammed’in@ liderliğine / peygamberliğine hicretin başından itibaren karşı tavır almışlardı.([1] ) Onlar peygamberimizin liderliğini / peygamberliğini kabul etmeyip ona karşı durdular, ihanet ettiler. Bu nedenle mensup oldukları Kaynuka oğulları ve Nadir oğulları kabilelerinin Medine’den sürülüp çıkarılmalarına sebep oldular. Yurtları ve malları da müminlere kaldı. Onlar bu durumu bir türlü hazmedemediler. Hasetlerinden çatlıyorlardı. Oysa onların da çok iyi bildikleri gibi Cenab-ı Hak, Hz. İbrahim@ soyuna çok büyük bir hükümranlık verdiğini / vereceğini de müjdelemişti. O’nun vaadi Hz. İsmail@ soyundan gelen Hz.Muhammed@ için gerçekleşmişti. Fakat onlardan bir kısmı buna inandı, önemli bir kısmı da kıskançlıklarından dolayı onun hükümranlığını kabul etmediler. Cenab-ı Hak, Hz.Muhammed’i@ ve iktidarını tanımayanların yakında cehennem ateşiyle cezalandırılacağını bildirir. Derileri yandıkça yeni deriler giydirileceğinin ve onlara azap üzerine azap verileceğini söyledi. Cenab-ı Hak, onlara Ahirette yaşatacağı azabın benzerini bu dünya da yaşattı. Şöyle ki onların Hz.Muhammed’e@ karşı giriştikleri her oyun başlarına geçti. Onların kurdukları her hile ve desise kendilerini yaktı. Onlar kaybettikçe yeni yeni oyunlar kurdular, fakat oyunları kendilerine zarar verdi, kendilerini yakıp kavurdu. Onlar içlerini yakıp kavuran haset, kin ve nefretle sürgünde de boş durmamaktaydılar. Yeni bir oyunun peşindeydiler. Bütün müşrikleri toplayıp Medine İslam Cumhuriyetinin üzerine çullanmayı planladılar. Bunun için Mekke Müşrik liderlerle müttefiklik anlaşması yaptılar. Fakat onların bu oyunlarının da boşa çıkarılacağı ve çok yakın bir zamanda yaptıklarının kendilerine yürek acısı olacağı Cenab-ı Hak tarafından bildirildi. Oysa iman edip ıslah edici eylemlerde bulunan Yahudiler ise ahirette cennetle ödüllendirileceği gibi bu dünya da Medine’de kalıp huzurlu bir hayat yaşayacaklardı. Cenab-ı Allah bu hususları aşağıdaki ayetlerde şöyle bildirdi; 54-57-Yoksa onlar Allah’ın lütfundan sizlere bahşettiği şeylerden dolayı haset mi ediyorlar? Oysa Biz, İbrahim soyuna kitap ve hikmet verdik. Ayrıca onlara büyük bir hükümranlık verdik. / vereceğiz. Fakat onlardan (Yahudilerden) bir kısmı ona (Muhammed’e) iman etti. Bir kısmı da ondan yüz çevirdi. İşte onlar (inkâr edenler) için çılgın alevli ateş olarak cehennem yeter. Şüphe yok ki ayetlerimizi / yasalarımızı tanımayanları yakında ateşe atacağız. Derileri kavruldukça, azabı iyice tatsınlar diye, derilerini yenileri ile değiştireceğiz. Muhakkak ki Allah, mutlak galiptir, en iyi yasa koyandır. Fakat iman edip ıslah edici eylemler yapanları ise içinde ebedi kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz eşler verecek ve onları serin gölgeliklerde ağırlayacağız. (Nisa Suresi 54-57) 20.5. Müttefiklik Anlaşmasının Medine’deki Yankıları Huyey bin Ahtab başkanlığındaki Yahudi heyetinin Mekke Yönetimi ile yaptığı anlaşmayla Medine’yi haritadan silecek topyekûn bir savaş haberi Medine’ye ulaşır ulaşmaz Medineli taraflar arasında büyük bir korku, telaş ve panik havası esti. Medine çalkalanmaya başladı. Münafıklar Abdullah bin Übey önderliğinde Hz.Muhammed’in Kaynuka ve Nadir oğulları Yahudilerini Medine’den çıkarmakla yanlış yaptığını, Medine’yi büyük bir felaketin eşiğine getirdiğini dillendirdiler. Medine halkına gelmekte olan bu felaketten kurtulmak için tek çözüm yolunun çok ivedi olarak Mekke Yönetimine teslim olmak olduğunu söylediler. Kurayza oğulları Yahudileri ise bekle-gör politikasını takip etmeyi tercih ediyorlardı. Müminler ise bu işten sıyrılmanın yolunun Hz.Muhammed’in@ yanında saf tutmak ve onun çizeceği politikanın izlenmesinden geçtiğini savunuyorlardı. Fakat münafıklar işin bu aşamaya geleceğini daha önce kendilerinin öngördüklerini fakat Hz.Muhammed’in@ kendilerini dinlemediğini belirterek bundan sonra onun politikalarının izlenemeyeceğini yüksek sesle telaffuz ettiler. Münafık ve mümin ileri gelenler arasındaki bu ihtilaflar kavgalara, çekişmelere kadar vardı. Suçlamalar ve dedikodular alıp başını gitti. Medine Yönetiminde Kontrol kaybedilmeye başladı. Akl-ı selim ile düşünme kayboldu. Münafıklar düşmanın hakimiyetine «evet» diyecek ve onlara sığınacak kadar ileri gittiler. Panik içerisinde her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Peygamberimizin duruma vaziyet etmesi ve kontrolü ele alması gerekiyordu. Her kafadan ses çıkmasını engellemeli, korku ve paniği önlemeli, halka ve ileri gelenlere cesaret vermeliydi. Cenab-ı Hak, elçisinin ihtiyaç duyduğu söylemi kendisine inzal etti. O da kendisine vahyedilen aşağıdaki ayetleri onlara okuyarak verdiği söylev ile duruma vaziyet etti ve kontrolü sağladı. Cenab-ı Hak, bu ayetlerde elçisine emanetleri ehline vermeleri gerektiğini bildirerek kendilerini bekleyen tehlikeden ancak bu işleri iyi bilen ehil kimseler eliyle kurtulacaklarını bildirir. Bununla onlara içinizde en ehil olanın Hz.Muhammed’den@ başka kimsenin olmadığı ve bugüne kadar nice zor durumlardan onları çıkardığı gibi bu zor durumdan da çıkaracak olanın yine O / Elçi olduğu ifade edildi. Aynı zamanda Medine halkına Allah’a, elçisine ve mümin komutanlara itaat edilmesi gerektiğini bildirdi. İhtilafa düştükleri her durumda ihtilaf konusu olan hususu çözmesi için Allah’ın ilkeleri ve rehberliği ile hareket eden elçisine konuyu havale etmeleri gerektiğini bildirdi. Eğer Allah’a ve Ahiret gününe inanıyorlarsa bu şekilde davranmalarının şart olduğunu vurguladı. Bu şekilde izlenecek yolun sorunların çözümünde en uygun yol olduğunu ifade etti. Münafıkların ise hem Allah’ın yasalarına uyduğunu iddia ettiklerini hem de başkaldıran Yahudilerin ve inkarcıların hakimiyeti altına girmeye çağırarak şeytanın oyununa alet olduklarını belirtti. 58- 60- Allah size, emanetleri / işleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah, her şeyi işiten ve her şeyi görendir. Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizin gibi hak ve adaletten yana olan yöneticilerinize itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Peygamberine arz edin; Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız. Böyle yapmanız, daha hayırlı ve en uygun çözümü bulmak bakımından daha güzeldir. Sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını zanneden şu kişilere bir baksana! Birbirlerini tağutun hakimiyetine çağırıyorlar, oysa onu inkâr etmekle emrolunmuşlardı. Şeytan da onları derin ve dönüşü olmayan bir sapıklığa düşürmek istiyor. (Nisa Suresi 58-60) 20.6. Münafıkların Allah ve Elçisinin Çizdiği Siyasete Davet Edilmesi Hz.Muhammed’in@ yaptığı bu söylevden sonra Medinelileri paniğe sevk eden münafıklara Allah ve Elçisinin izleyeceği stratejiye uymaları çağrısı yapıldı. Onlar ise bu çağrıyı reddettiler ve gelinen durumun zaten Hz.Muhammed’in@ siyasetini izlemekten kaynaklandığını iddia ettiler. Artık işledikleri suçlar da hatırlatılarak onlara sert bir söylemle cevap verilmesi gerekiyordu. Peygamberimiz onlara bugüne kadar gelen musibetlerin sebebinin münafıkların kendilerinin yaptıkları tezgahlardan kaynaklandığını, başarıların ise Cenab-ı Hakk’ın rehberliği ile kendi izlediği siyaset sayesinde kazanıldığını söyledi. Peygamberimiz söyleminde aşağıdaki hususlara değindi; “Gerek Uhud savaşını terk etmeleri gerekse Nadir oğullarının isyan etmesinde onların ihanete varan ilişkileri ve çabaları cezasız kalmaması gereken suçlardı. Ancak onlar girişimlerinde başarılı olamayınca hemen gelip “niyetlerinin iyilik ve uzlaştırmak” olduğunu söyleyerek suçlarından temize çıkmaya çalıştılar. Hele en son Nadir oğullarını İslam Cumhuriyetine karşı isyan etmeleri için yaptıkları kışkırtmalar, affedilemez bir suçtu. Buna rağmen onlar gelip af bile dilemediler. Hemen savunmaya geçip yaptıkları işbirliğinin iyi niyetli ve arabulucu olmanın dışında bir girişim olmadığını belirttiler. Fakat kalplerinde sakladıkları şey iktidarı devirmek ve İslam Cumhuriyetini yok etmekti. Cenab-ı Hak, onların bütün entrikalarını bana bildirdi ve oyunlarını başlarına geçirdi. Onlar işledikleri bu suçların affedilmesi için gelip af dileseydiler Cenab-ı Hak onları affedecekti. Fakat onlar kibir ve gururlarından dolayı Allah’a boyun eğmek yerine kendilerini temize çıkarmaya çalıştılar. Onların bütün bu aşağılık hareketlerine rağmen Cenab-ı Hak onlara ceza vermeyi emretmedi. Tam tersine onlara kalplerine etki edecek güzel sözlerle öğüt verilmesini istedi. Ama artık yeter! Durum çok ciddi! Düşman topyekûn Medine’nin üzerine gelecek! Bundan sonra çekiştikleri ihtilaflı konularda beni hakem yapıp verdiğim kararı tam bir teslimiyetle gönülden / itirazsız kabul etmedikleri takdirde iman etmiş sayılmayacaklardır.” Verdiği söylevde Peygamberimiz, münafıkların neden cezalandırılmadıkları hususunu da şöyle özetledi; “Eğer bu münafıklara işledikleri suçların cezası olarak “ölüm ya da sürgün” cezası verilmiş olsaydı ne kendileri ne de kabilelerinden çoğu kişi bu cezaya razı olmayacaklardı. Eğer cezanın uygulanmasında ısrar edilseydi o takdirde de birlik ve beraberlik bozulacak ve inkârcıların beklentileri gerçekleşmiş olacaktı. Fakat verilecek cezayı müminim diyenler uygulasalardı bugün daha sağlam ve daha güçlü durumda olunacaktı. Neyse geçen geçti! Ama bundan sonra her kim Allah’a ve Peygambere itaat edecek olursa işte onlar peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin arkadaşlarıdır. Arkadaşlığı en güzel olan bu kimselerle birlikte olanlar Allah’ın sonsuz lütuf ve ikramlarına mazhar olacaklardır.” Peygamberimizin konuşmasındaki bu sert söylem mescitte bulunanlar üzerinde etkili olmuştu. Her ne kadar münafıklar yine de söylenenleri kulak ardı edecek ve işi yavaştan alacak olsalar da en azından suçluluk duygusu ile peygamberimize karşı çıkmadılar. Peygamberimiz hizipler ordusuna katılımları engelleyecek stratejisini şöyle ortaya koydu. Onun stratejisine göre öncelikle daha önce Medine İslam Cumhuriyeti ile müttefiklik ya da saldırmazlık anlaşması yapan kabilelerle bu anlaşmalar yenilenecek, daha sonra müşrik hizipler ordusuna katılması muhtemel kabileler üzerine askeri birlik gönderip etkisiz hale getirilecek ya da İslam Cumhuriyetinin müttefiki haline getirilmeye çalışılacak şekilde proaktif bir siyaset uygulanacaktı. Böylece Mekke liderliğinde oluşturulmaya çalışılan hizipler ordusuna katılımlar engellenmeye çalışılacaktı. Cenab-ı Hakk’ın rehberliği ile elçisinin yaptığı konuşmaya taban teşkil eden ayetler aşağıdaki gibidir; 61-70- Onlara: “Allah’ın indirdiğine ve Elçi’ye gelin!” denildiği zaman, o münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün. Kendi elleriyle yaptıkları (kötülükler / tezgahlar) yüzünden başlarına bir musibet geldiği zaman vakit kaybetmeksizin “Biz, sadece iyilik etmek ve uzlaştırmak istemiştik” diye yemin ederek sana nasıl da gelirler. Halbuki Allah onların kalplerindekini bilir. Artık sen, onları kendi hallerine bırak, onlara öğüt ver ve onların kalplerini derinden etkileyecek güzel söz söyle! Biz, her elçiyi ancak, Allah’ın izniyle / bilgisi ile kendisine itaat olunsun diye gönderdik. Şayet onlar (inkarcılarla yaptıkları iş birliği nedeniyle) kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip Allah’tan bağışlanmalarını isteselerdi ve Peygamber de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah’ı tevbeleri çokça kabul eden, çok merhamet eden olarak bulacaklardı. Ama artık, hayır! Rabbine andolsun ki, (bundan sonra) aralarındaki çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle itaat etmedikçe iman etmiş sayılmayacaklardır. Eğer Biz, onlar (münafıklar) için “Kendinizi öldürün veya yurtlarınızı terk edin” diye hüküm vermiş olsaydık, (gerek kabilelerinden gerekse kendilerinden) çok az kişi dışında çoğu bu emri yerine getirmeyecekti. Oysa kendilerine verilen öğüdün gereğini yerine getirselerdi elbette kendileri için daha hayırlı olacak ve durumlarını daha da sağlamlaştırmış olacaklardı. Biz de o vakit onlara nezdimizden çok büyük bir ödül verirdik. Ve onları mutlaka doğru yola yöneltirdik. Her kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, doğru kimseler, şehitler ve salihlerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştırlar! Bu, Allah’ın bir lütuf ve ikramıdır. Her şeyi en iyi bilen olarak Allah yeter! (Nisa Suresi 61-70) 20.7. Münafıkların İşi Ağırdan Alarak Akınlara / Seriyyelere Katılımı Engellemeye Çalışmaları Uhud savaşından sonra Nadir oğullarının Medine’den kovulmasına kadar geçen sürede çevre Arap kabileleri üzerine iki başarılı akın yapılmıştı. Fakat bu başarılı akınları müteakiben gönderilen iki seriyyede ise çok büyük kayıplar yaşanmıştı. İlk iki akında elde edilen başarı ve ganimetler nedeniyle müminler sevinmiş, münafıklar ise ganimetten ve zaferden pay alamadıkları için hayıflanmıştı. Son iki akında (Reci ve Bi’ri maune faciaları) ise müminler musibetle / katliamla karşılaşınca müminler çok üzülmüş münafıklarsa bu akınlara katılmadıklarına ve katliamdan kurtulduklarına çok sevinmişlerdi. Nadirlilerin Medine’den çıkarılmasını / lanetlenmesini müteakiben Yahudilerin müşrik kabilelerden oluşacak bir hizipler ordusu teşkil etmek üzere Mekke yönetimi ile müttefiklik anlaşması yapması üzerine Cenab-ı Hak müminlere çevre kabileler üzerine tekrar askeri birlikler gönderilmesini emretti. Fakat münafıklar bu stratejiye karşı oldukları için askeri birliklere katılma hususunda işi yine ağırdan almaya devam ettiler. Onlar bu akınları sırf başarı ve ganimet eksenli düşünmekteydiler. Hâlbuki bu akınların amacı ganimet elde etmek değil, üzerlerine gönderilecek inkârcı hizipler ordusunun bertaraf edilmesi ve şirk / zulüm iktidarı olan Mekke müşrik iktidarının düşürülerek her yere Allah’ın merhametinin egemen olmasıydı. Cenab-ı Hak bu akınların / savaşların amacını onlara şöyle ifade etti; “Mekke’deki zayıf ve çaresiz mümin erkek, kadın ve çocuklar zulüm sisteminden kurtulmak için feryat edip durmakta ve yardım beklemektedirler. Çevre müşrik Arap kabilelere ve şirkin merkezine yapılacak akın ve topyekûn savaşlar bu mazlumları kurtarmak içindir. Allah yolunda bu mazlumlar için neden savaşmıyorsunuz? Mümin iseniz bu uğurda savaşmalısınız. Bakın! Mekke müşrikleri Sellam bin Mişkem gibi tağutlar / zalim isyancıların teklif ettikleri ittifakı kabul edip onun yolunda savaşacaklar. Huyey bin Ahtab gibi bir şeytanın çizdiği stratejiye uyan / uyacak olan bütün müşrik Arap kabileleri ile siz de savaşın. Onun toplayacağı hizipler ordusu ile müminlere kuracağı tuzaklara karşı mücadele edin. Ve bilin ki onların kuracakları tezgahlar, hileler ve tuzaklar zayıftır. Eğer peygamberin belirlediği stratejiyi takip edecek olursanız onların tuzaklarını başlarına geçirmeniz muhakkaktır.” 71-76-Ey iman edenler! Silahlarınızı alın ve küçük birlikler halinde veya topyekûn orduyla sefere / savaşa gidin. Aranızda muhakkak işi ağırdan alanlar var. Onlar size bir musibet gelecek olursa: “Allah bana acıdı da onlarla beraber savaşa katılmadım / yırttım” der. Eğer size Allah’tan bir zafer ve ganimet ihsan edilecek olursa, sanki sizinle kendisi arasında beraberlik / birliktelik bağı (sözleşmesi) yokmuş gibi: “Ah ne olurdu, onlarla beraber olsaydım da çok büyük bir kazanç ve zafer elde etseydim!” der. Dünya hayatı karşılığında ahiret hayatını satın alan kimseler, Allah yolunda savaşsınlar. Her kim, Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse, muhakkak ki Biz, ona çok büyük bir ödül vereceğiz. Size ne oluyor da Allah yolunda; “Ey Rabbimiz! Bizleri bu halkı zalim olan memleketten kurtar, katından bize sahip çıkacak bir veli / yönetici / lider gönder ve katından bize bir yardımcı gönder” diye feryat eden çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? İman edenler, Allah yolunda savaşır. İnkârcılar ise tağutun (Sellam bin Mişkem’in) yolunda savaşırlar. O halde siz de şeytanın (Huyey bin Ahtab’ın) dostlarıyla / / müttefikleriyle / yandaşlarıyla savaşın. Muhakkak ki şeytanın (Huyey bin Ahtab’ın) tuzağı çok zayıftır. (Nisa Suresi 71-76) 20.8. Münafıkların Akınları engellemek İçin Korku Verme Söylemlerine Cevaplar Yukarıda belirtildiği gibi Huyey bin Ahtab başkanlığındaki Yahudi heyetinin Mekke yönetimi ile müttefiklik anlaşması yaparak Medine İslam Cumhuriyeti üzerine yürüyecek büyük bir ordu toplanması kararı alındıktan sonra Hz.Muhammed@ çevre Arap kabileler üzerine yeni akınlar yapmayı planlamıştı. Peygamberimizin proaktif siyasetinin amacı müşrik kabilelerden teşkil edilmesi planlanan bu ordunun toplanmasını engellemekti. İzlenecek siyaset sonucunda en azından bazı kabilelerin katılımına mâni olunabilirse düşman ordusu karşı konulamayacak büyüklüğe ulaşamayacaktı. Fakat peygamberimizin bu stratejisinin önündeki en büyük engel, münafıkların söylemleri ile diğer ileri gelenler üzerinde yaratmaya çalıştıkları tereddüt ve korkulardı. Onlar, Medine çevresindeki Arap kabileler üzerine yapılması planlanan akınlara ilişkin olarak şu minvale tezviratlarda bulunuyorlardı; “Mekke ve çevremizdeki Arap kabileleri bize topyekûn saldırmaya hazırlanıyorlar. Biz ise çevre Arap kabileleri üzerine akınlar / harekât yapıyoruz. Bu akınları / harekatları bir süreliğine son verip Medine’nin savunmasına yönelik hazırlıklar yapsak daha iyi olacak.” “Şimdi akın / harekât yapmanın zamanı değil. Her an bir tuzağa düşebiliriz ve gücümüzü kaybederiz. Bu nedenle akınlara biraz ara vermek yerinde olacak.” “Sürekli akın / harekat yapıyoruz. Bu şekilde nereye kadar sürecek? Hiç durmaksızın akına / harekata çıkılıyor, biraz ara verilse”……vb. Onlar buna benzer tezviratlarla mümin Medinelileri de akınlar / harekâtlar konusunda isteksizliğe sevk etmek istiyorlardı. Fakat bu tezviratlardan etkilenmeyen müminler onlara şiddetle karşı çıkıyorlar ve aralarında çatışmaya varan tartışmalar yaşanıyordu. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, “aranızdaki çekişme ve çatışmaya varan tartışmalara artık son verin! Allah’ın emrine uyun da elçisine (İslami İktidara) destek olun. / salatı ikame edin. / Medine halkının (kamunun) bu güvenlik sorununu çözmek için sorumluluk üstlenin. İslami idareye vergilerinizi / zekâtı vererek bu mücadeleye finansal destek verin” emrini vermişti. Yukarıdaki bölümlerde de değinildiği üzere peygamberimiz bu çekişmelere vaziyet etmiş ve durumu kontrol altına almıştı. Cenab-ı Hak maraza çıkaran münafıkların Medineliler arasında çalkantılara neden olan bu tezviratlarını gündeme getirerek, onları kınayan aşağıdaki ayetlerini inzal eder. Onların Allah’tan korkmak yerine düşmandan korkmalarını ayıplar. Onların huzur, barış, adalet ve selamete karşı göstermedikleri haşyeti / saygı ve hassasiyeti, zulme, alçaklığa, şirke ve haksızlığa karşı gösterdiklerini belirterek onları eleştirir. Onların kısa vadeli menfaatler peşinde olduklarını, çok sığ görüşlü olduklarını ve günü birlik planlar yaptıklarını “dünya hayatını tercihleri” metaforu ile anlatır. Hâlbuki peygamberimizin uyguladığı stratejinin uzun vadeli olarak düşünülmüş, geleceği öngörerek yapılmış planlar olduğunu “ahiret hayatı” metaforu ile anlatır. Geniş ufuklardan geleceğe bakan bu stratejinin daha hayırlı olduğunu belirttikten sonra kimseye kıl kadar haksızlık yapılmayacağını vurgular. 77- Kendilerine, “(birbirinizle çekişmekten) elinizi çekin, salatı ikame edin (İslami iktidara destek verin), / Namazı müteakip Medine halkının (kamunun) bu güvenlik sorununu çözmek için sorumluluk üstlenin, zekâtı / vergiyi verin (bu mücadeleye finansal destek verin)” denilenlere bir bakar mısın? (Allah yolunda) savaş yapmaları emredildiğinde, onlardan bir grup, Allah’a duydukları haşyet / korku gibi hatta daha da şiddetli olarak insanlardan (düşmanlardan) haşyet /korku duymaya başladılar da dediler ki; “Rabbimiz, ne diye şimdi bize savaşmamızı emrettin, bize verdiğin bu emri bir süre erteleyemez miydin?” Onlara de ki: “Dünya hayatının zevki çok azdır. Ahiret ise Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır ve siz “bir hurma çekirdeğinin zarı kadar” bile haksızlığa uğratılmayacaksınız. (Nisa Suresi 77) Cenab-ı Hak, korkunun ecele faydası olmadığını ve en sağlam kalelerde olsalar da ölümün eceli gelen herkese mutlaka ulaşacağını belirterek, şayet akınlara devam edilmez ise ne kadar sağlam bir pozisyonda olunursa olunsun, sonunda toplumsal ölümle karşı karşıya kalınacağına işaret etti. Esas felaketin akınlara / harekâtlara son verilir ya da ertelenirse yaşanacağını vurguladı. Münafıklar, Reci ve Bi’rimaune gibi başarısız akınları / harekâtları örnek göstererek bundan sonra yapılacak akınların / harekâtların hatalı bir politika olacağını belirtmişlerdi. Başarısız harekâtlardaki kayıplar nedeniyle Hz.Muhammed’in suçlu olduğunu iddia etmişlerdi. Fakat diğer taraftan onlar başarılı ve ganimetlerle dönülen akınlardaki / harekâtlardaki başarının ise Allah’tan geldiğini belirtmişlerdi. Cenab-ı Hak ise akınlardaki / harekâtlardaki başarının da başarısızlığın da Kendisinin koyduğu kurallar çerçevesinde gerçekleştiğini vurguladı. Bu çerçevede bazı akınlardaki / harekâtlardaki başarısızlıklarda Hz.Muhammed dâhil herkesin kusuru, tedbirsizliği ve hatası olduğunu bildirdi. Bu nedenle, akın / harekât yapma politikasında herhangi bir yanlışlık olmadığı, yanlışlığın bu politikayı uygulamadaki hata ve kusurlardan kaynaklandığını belirtti. Böylece bazı akınlarda / harekâtlarda karşılaşılan musibetler bahane edilerek akın / harekât yapma politikasından vazgeçilmemesi gerektiğini bildirdi. Ayrıca peygamberimizin ilahi mesajları aktaran bir elçi olmanın ötesinde bir kudreti olmadığını, kendisinin de uygulamada hatalarının olabileceğini fakat bu durumun ilahi rehberliğin belirlediği akın / harekât politikasının yanlış olduğu anlamına asla gelmeyeceğini belirtti. Onların olan biteni işlerine geldiği gibi yorumlamasına yukarıdaki gibi cevap verdikten sonra Cenab-ı Hak, peygamberimizin çizdiği stratejiye uymanın Kendisine itaat olacağını, yan çizenler için yapacak bir şey olmadığını belirtti. 78-80-Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır. Hatta sağlam kalelerde olsanız bile! Onlara bir iyilik isabet ederse: “Bu Allah'tandır.” derler, başlarına bir musibet gelirse: “Bunun suçlusu sensin.” derler. De ki: “Hepsi Allah’tandır.” Bu topluluğa ne oluyor ki artık hiçbir sözü anlamaya çalışmıyorlar? Sana (size) iyilikten her ne isabet ederse Allah’tandır. Sana (size) kötülükten her ne isabet ederse de o da kendin(iz)dendir. / tedbirsizliğin(iz)dendir. / hataların(ız)dandır. / kusurların(ız)dandır. Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik. Olan biten olaylara şahit olarak Allah yeter. Kim Elçi’ye itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse bilsin ki, Biz seni onlara koruyucu / bekçi olarak göndermedik. (Nisa Suresi 78-80) Müşrik müttefik ordularına karşı izlenecek strateji üzerine yeterli tartışmaları yapılmıştır. Artık bundan sonra peygamberimizin peşinden gidecek olan müminlerle yola devam edileceği Mescittekilere deklare edilmiştir. 20.9. Korku ve Panik Havası İle Münafıkların Yaptıkları Yanlışlar Bütün müşrik güçler toplanırken Medine’deki herkes korku yaşıyordu. Fakat Hz.Muhammed@, Cenab-ı Hakk’ın vaadine güvenerek kararlı bir duruş sergiliyor, planlanan akınları yapmakta hiçbir tereddüt göstermiyordu. Herkesin panik içerisine girdiği bir vasatta Onun çağrısında hiçbir çelişki ve tutarsızlık yoktu. O, bu hengâmede hiçbir korkulu davranış sergilemedi, paniklemedi ve yalpalamadı. Şayet çevre kabilelere sefer / akın yapın emri / çağrısı Allah’tan başkasından gelmiş olsaydı ya da bu emir / çağrı haşa kendi uydurması olsaydı O da beşeri bir güdü ile herkesin yaşadığı korkudan biraz olsun etkilenir ve yalpalama, korku, çelişki ve tereddüt yaşardı. Ayrıca böyle bir ortamda o stratejisinde tavizler de verebilirdi. Ama o stratejisinden asla ne taviz verdi ne de söyleminde herhangi bir değişiklik yaptı. Onun çağrısında herhangi bir çelişki ve tutarsızlık yer almadı. Bu da O’nun çağrısının kendi uydurduğu değil vahiy kaynaklı olduğunun en güzel deliliydi. Peygamberimizin yaptığı konuşmadan sonra Cenab-ı Hakk’ın emrettiği ve Hz.Muhammed’in@ de bu emir çerçevesinde planladığı akınların / harekâtların devam edilmesine karar verildi. Fakat alınan karara “baş üstüne” demelerine rağmen bazı ileri gelenler / münafıklar, toplantıdan çıktıktan hemen sonra geceleyin başka bir yerde toplanıp mescitte alınan kararları boşa çıkaracak eylem planlarının kararlarını alma girişiminde bulundular. Cenab-ı Hak, münafıkların kendilerini gizlediklerini ve yaptıkları hareketlerden elçisinin haberinin olmadığını sanmalarının boş olduğunu bildirdi. O aynı zamanda elçisinin onlara karşı gereken tedbirleri almasını ve sonrasında Allah’a güvenmesini bildirdi. Bunun üzerine Hz.Muhammed@ onların bu ayrılıkçı hareketlerini bazı müminlere izlettirdi ve onların her adımını takip ettirdi. Ayrıca onların kurdukları tuzak ve oyunları ile gizli görüşmelerini Cenab-ı Hak bir şekilde elçisine ulaştırıyordu. Böylece onların yaptıkları her hareketten Hz.Muhammed’in@ haberi vardı. Alınan kararlardan ve kararlara uyacaklarını beyan ettikten sonra onların bu nifak hareketleri ne kadar yanlış, dürüstlükten ne kadar uzaktı. Cenab-ı Hak onları emredilen akın politikasına yapılan çağrı / okuma / davet / Kur’an üzerine düşünmeye davet etti. Bu çağrının / okumanın / davetin / Kur’an’ın Kendisinden geldiğini bu nedenle elçisine güvenmelerini / iman etmelerini bildirdi. O bir karar veriyorsa ve kararlı bir duruş sergiliyorsa bunun mutlaka sonunda başarıya ulaşacağına güvenmelerini zira bu hareketin arkasında Kendisinin olduğunu bilmelerini istedi. Dahası onların bu politika hakkında makul olmayan hiçbir şey olmadığını görmeleri bu politikayı desteklemek için yetmiyor muydu? Şayet bu politika Allah’tan gelmeseydi mutlaka bir olumsuzluk / yanlışlık bulacaklardı. Ama emredilen politikada bir yanlışlık / tutarsızlık / çelişki yoktu. Çizilen strateji doğru idi. 81-82-Onlar sana, “Baş üstüne! Emrin yerine getirilecek!” dediler. Fakat senin yanından ayrılınca, onlardan bir grup, geceleyin, senin emrettiğinin tersini kurdular. Ama Allah, onların gizlice kurduklarını yazıyor. Sen onlardan yüz çevir / gereken tedbirlerini al ve işin sonucunu Allah’a havale et, O’na güven. Vekil olarak Allah yeter. Onlar hâlâ, Kur’an / Çağrı / Verilen emir üzerine gereği gibi düşünmezler mi? Eğer ki o emir / çağrı, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, muhakkak ki onda birçok karışıklıklar / çelişkiler/ ihtilaflar / ahenksizlikler bulacaklardı. (Nisa Suresi 81-82) 20.10. Güvenliğe İlişkin Aldıkları Haberler Konusunda Müminlerin Uyarılmaları Huyey bin Ahtab’ın Mekke müşrikleri ile müttefiklik anlaşması yapması ve onun bu anlaşma çerçevesinde diğer bütün Arap kabilelerini toplayıp Medine İslam Cumhuriyetini yıkmak için çok büyük bir müttefikler ordusu oluşturduğu haberleri Medine’ye ulaştığı zaman münafıklar bu haberi hemen halk arasında yaymışlardı. Bu haber halkta büyük korku ve panik yaratmıştı. Yukarıdaki bölümlerde işlendiği üzere münafıklar bu durumu Hz.Muhammed@ aleyhine kullanmaya çalışmışlardı. Onların tezviratı İslam Cumhuriyeti Meclisindeki / Mescid-i Nebevideki toplantıda müminler arasında çok şiddetli tartışmalara yol açmıştı. Peygamberimiz duruma çok zor hâkim olmuştu. Bütün bunlara sebep olan Mekke’deki ittifak anlaşması haberinin İdare bildirilmesi yerine halk arasında yayılması ve halkta büyük tedirginlik yaratılmış olmasıydı. Bu nedenle Cenab-ı Hak bundan böyle müminlere aldıkları bir istihbarat konusunda nasıl davranacaklarına ilişkin stratejik bir uyarıda bulundu; “Medine İslam Cumhuriyetinin ve Medine halkının güvenliği ile ilgili bir haber almanız halinde bunu hemen halka yayarak halk içerisinde panik ve korku yaratmayın. Alınan haberin sizde yaratacağı korku ile hareket ederek İslami İdarenin aldığı kararları / izlediği politikayı boşa çıkarıcı paralel toplantı yapmayın ve alternatif kararlar almayın. Söz konusu haberleri öncelikle Hz.Muhammed@ ve onun önderliğindeki yetkili otoritelerle paylaşın ve onlarla yapılan değerlendirmelerden sonra nasıl hareket edileceğine karar verilmesini sağlayın. Bu güvenliğiniz açısından daha doğru olacaktır.” Cenab-ı Hak uyarısının dikkate alınmaması halinde toplumdaki kol gezen şeytanların insanları ayartmalarına neden olunacağı ve idarenin durumu yönetemez hale gelip doğru karar alınmasının daha da zorlaşabileceğine işaret etti. Bu uyarılar özellikle münafıkların sözlerine kanarak onları takip eden mümin önderlere yapıldı. Bilinçli münafıklar zaten Hz.Muhammed’i@ iktidardan indirmek için her şeyi yapmaktaydılar. Fakat samimi müminlerin onlara uymamaları gerektiği vurgulandı. Son yaşanan olayda eğer Cenab-ı Hakk’ın rahmeti olmamış olsaydı Mescitteki toplantı yönetilemeyecek ve İslam Cumhuriyeti savaşsız olarak tehlikeye girecekti. Belki de Hz.Muhammed@ tek başına kalacaktı. Şayet herkes münafıkları takip edecek olurlarsa o takdirde Cenab-ı Hak elçisine bu yolda tek başına da olsa gösterdiği yolda mücadele etmesini ve onlara asla uymamasını tembihledi. Cenab-ı Hak, inkârcıların bu hücumlarını kırmaya muktedir olduğunu bildirdi. 83- 85-Onlar (münafıklar) güvenlik veya tehlike ile ilgili bir haber aldıklarında onu hemen yayarlar. Hâlbuki onu Peygambere veya başlarındaki kendi yetkililerine (hükumete, savunma ve istihbarat görevini yürüten yetkili otoritelere) götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya yetki ve yeteneği olan kimseler onu bilir ve sağlıklı değerlendirme yaparlardı. Eğer Allah’ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, içinizden çok azınız müstesna hepiniz şeytana uymuş ve aldatılmıştınız. (Ey Muhammed bu yolda tek başına kalsan da sen) Allah yolunda savaş! Sen ancak kendi yaptığından sorumlusun. Müminleri de savaşa teşvik et. Allah, o inkârcıların gücünü yakında kıracaktır. Allah, kahredici gücü ile cezalandırması çok çetin olandır. Kim iyi bir işe yardımcı (şefaatçi) olursa, bundan kendisine bir pay vardır. (Kim müşriklere karşı mücadelede peygamberi desteklerse (şefaat ederse) Allah’tan gelecek ödülde payı olacaktır.) Kim de kötü bir işe destek olursa, ondan kendisine bir pay vardır. (Kimde müşrikleri destekler ve münafıklarla birlikte hareket ederse gelecek azaptan kendisine bir pay olacaktır.) Allah’ın gücü her şeye yeter. (Nisa Suresi 83-85) 20.11. Münafıklara Karşı Takınılacak Tavır Münafıklar müşriklerin Yahudilerin girişimiyle büyük bir ordu kurma hazırlığı içerisinde olduğu haberini şehirde yaymalarından bekledikleri sonucu alamamışlardı. Onların şehirde yarattıkları korku ve panik, peygamberimizin kararlı ve sert duruşu ile kontrol altına alınmıştı. Onun söylevi sonucunda önerdiği politika Medine İslam Cumhuriyeti Meclisinde / Mescitte kabul edilmişti. Bu politika uyarınca akınlara / harekâtlara devam edilmesine karar verilmesine rağmen münafıklar bu karara karşı harekete geçmişler ve kendi aralarında gizli gizli toplanarak bu politikayı boşa çıkarmanın yollarını aradılar. Yaptıkları toplantılarda onların bir kısmı doğrudan Hz.Muhammed’le@ savaşmayı savundular, bir kısmı Mekke müşrik yönetimine katılmayı teklif ettiler, bir kısmı da hâlihazırda yaptıkları gibi Mecliste / Mescitte alınan kararların yanında duruyormuş ve iman etmiş gibi davranıp olayların gelişimine göre fırsat kollayarak, en uygun zamanda İslami İktidara darbe vurulmasını savundular. Fakat onlar bu toplantılarında hangi stratejiyi izleyeceklerine karar veremediler. Her grup kendi fikrinde sabit kaldı. Bu nedenle çok az da olsa bazı münafıklar Mekke’ye gittiler ve müşriklere katıldılar. Diğerleri Medine’de kalmaya devam ettiler. Münafıkların yaptıkları bu toplantılarda tartıştıkları konulardan haberdar olan peygamberimiz tedbir almak için güvendiği mümin ileri gelenleri Mescitte / Mecliste topladı ve konuyu tartışmaya açtı. Bedir ve Uhud savaşları öncesi / sonrası ile Kaynuka oğulları ve Nadir oğullarının Medine’den çıkarılması hadiselerinde münafıkların ihanete varan tavır ve davranışlarına herhangi bir ceza verilmemişti. Onların cezalandırılamamasının sebebi ise kabilelerinin onların arkasında durması olduğu daha önceki ayetlerde belirtilmişti. Fakat artık onlar kendi aralarında İslam Cumhuriyetine karşı açıktan savaşmayı konuşuyorlardı. Onlara karşı İslami İdarenin nasıl bir tavır takınacağı ve hangi tedbirlerin alınacağının açıklığa kavuşturulması gerekiyordu. Peygamberimizin tartışmaya açtığı bu konuda mümin ileri gelenler iki gruba ayrıldılar. Bir grup açıktan savaşa yeltenmedikçe gizliden yaptıkları ihanet hareketleri için onlara hiçbir şey yapılmamasını savunurken diğer grup iman ettiklerini söyleseler de onların idare aleyhine gizli gizli yaptıkları faaliyetler nedeniyle onların ölümle cezalandırılmasını savundular. Her grup kendi görüşlerini çeşitli gerekçelerle destekledirler. Birinci grup, eğer iman ettiğini iddia edip açıktan savaş açmayan kimseler öldürülecek olursa peygamberin müminleri öldürdüğü şeklinde propagandanın yapılmasının kuvvetle muhtemel olduğunu belirttiler. Böyle bir durumda maktulün mensup olduğu kabilelerin harekete geçebileceği, toplumsal iç kargaşa ve çatışmanın önünün açılabileceğini ifade ettiler. İkinci grup ise münafıkların ihanetlerine bundan sonra da devam edeceklerinin açık olduğunu belirttikten sonra yaklaşmakta olan büyük savaşta onların İslam Cumhuriyetine yıkıcı darbeler vuracaklarını söylediler. Bu nedenle onların şimdiden etkisiz hale getirilmesi gerektiğini ifade ettiler. Münafıklara karşı nasıl tavır alınması gerektiği konusunda yapılan bu tartışmalar mümin ileri gelenleri arasında öylesine şiddetlendi ki müminler birbirlerine düştüler. Cenab-ı Hak, müminlerin birbirleriyle çekiştikleri bu hususta inzal ettiği ayetlerle onlara hükümlerini bildirerek en doğru yolu gösterdi. Şöyle ki; bu münafıklardan müminlere selam verenlere yani barış, dostluk ve yardımlaşma isteğini belirtenlere aynı şekilde hatta daha kucaklayıcı karşılık verilmesini emretti. 86- 87- Siz bir selam ile selâmlandığınız zaman, ondan daha güzeliyle selâm verin yahut aynıyla karşılık verin. (Karşı taraf barış / dostluk ve yardımlaşma teklifi ile size geldiğinde sizde en az onlar kadar hatta onlardan daha fazla barış / dostluk ve yardımlaşma yanlısı olunuz.) Kuşkusuz Allah, yaptığınız her şeyin hesabını bilen ve sorandır. Allah öyle bir ilahtır ki, O’ndan başka ilah olamaz. O, kendisinde şüphe olmayan kıyamet gününde sizi toplayacaktır. Allah’tan daha doğru sözlü kimdir? (Nisa Suresi 86-87) İnkâr eden yani İslam Cumhuriyetini tanımayan ve savaş açan münafıklara takınılacak tavır konusunda bir çözüm yolu arayan peygamberimizin imdadına Cenab-ı Hak yetişti. Onlarla ilgili hükmünü bildirmeden önce Cenab-ı Hak, inkârları nedeniyle aşağılık hale gelmiş münafıklar hakkında müminlerin neden bu kadar birbirlerini kırıcı şiddette tartıştıklarını sorguladı. Tartışılan kişileri yola getirmelerinin mümkün olmadığını belirttikten sonra onların müminleri kendi kulvarlarına çekmek istediklerini söyleyerek onların ne kadar alçak olduklarına işaret etti. Ayrıca onlar hakkında müminlerin birbirleriyle çekişmelerinin yersiz olduğunu, onların inkârları nedeniyle yanlış bir tercihte bulunduklarını ve müşriklerle beraber baş aşağı gideceklerini bildirdi. Bundan dolayı gerçekten Allah’ın yoluna dönünceye kadar onların asla veli / yönetici / müttefik olarak tanınmamasını emretti. Dahası açık bir şekilde düşmanlıkla İslami İdareye savaş açmaları halinde onların nerede yakalanırlarsa öldürülmeleri talimatını verdi. 88- 89- İşledikleri kötülüklerin sonucu olarak Allah onları baş aşağı etmişken / inkârcı kimliklerine döndürmüşken, size ne oluyor ki o münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız? (İşledikleri suçlar nedeniyle) Allah'ın saptırdıklarını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığı kimseler için sen de bir çıkış yolu bulamıyorsun. / bulamazsın. Onlar, kendileri inkâr ettikleri gibi sizin de inkâr etmenizi ve böylece kendileriyle beraber olmanızı arzu ettiler. O halde onlar Allah’ın yoluna hicret edinceye / Allah’ın yoluna dönünceye kadar onları veli / dost / müttefik edinmeyin. Eğer sizden yüz çevirirlerse / size açık bir düşmanlığa yönelirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan hiçbirini dost, müttefik ve yardımcı (işlerinizin başına getirdiğiniz yetkililerden) edinmeyin. (Nisa Suresi 88-89) Münafıklardan inkâr etmesine / İslam Cumhuriyetini tanımamasına rağmen müminlerle ve kendi kabilesi ile de savaşmayı göze alamayıp İslami İdareye sığınanlar ile İdarenin anlaşma içerisinde olduğu bir kabileye sığınanlara ise dokunulmaması emredildi. Onların müşriklerle mücadelede saf dışı kalmış olmasının iyi bir şey olduğu belirtildi. En azından düşman saflarına kuvvet vermemiş olmaları nedeniyle onlara zarar vermek için bir yol aranmaması talimatı verildi. 90- Ancak, aranızda antlaşma olan bir kavme sığınanlar ile ne sizinle ne de kendi kavimleriyle savaşmayı göze alamayıp içi darlanarak size sığınma başvurusu yapanlar müstesnadır. (Onlara dokunmayın). Allah dileseydi onları başınıza musallat ederdi de sizinle savaşırlardı. Artık onlar sizi bırakıp bir kenara çekilir de sizinle savaşmaktan vazgeçer ve size barış teklif ederlerse o takdirde Allah size, onların aleyhine olacak bir yol izlemenize müsaade etmez. (Nisa Suresi 90) Münafıklardan iman ettiğini / İslam Cumhuriyetini tanıdığını ifade ederek kendilerini emniyete alan fakat fitne çıkarmaktan, ortalığı karıştırmaktan ve müşriklere yardımcı olup da müminlerin kanını dökmekten geri durmama niyeti olan tiplerin ise bu tavır, davranış ve niyetlerinden vaz geçmedikleri takdirde nerede yakalanırlarsa öldürülmeleri talimatı verildi. Bu talimat ile açıktan inkâr / tanımama ve çatışma içerisine girmeyen fakat fırsat kollayan münafıklar tehdit edilirken müminlere ise bunlar hakkında açık bir yetki verilmiş oldu. 91- (Münafıklardan) diğerlerini de hem sizden hem de kendi kavimlerinden emin olmak istediğini göreceksin. Fakat bunlar fitne çıkarmak / ortalığı bulandırmak / inkârcılara yardımcı olmak / müslümanların kanına girmek için davet aldıkları zaman hiç durmaz hemen bu çağrıya balıklama uyarlar. (Düşmandan böyle bir çağrı aldıkları zaman) sizden çekinmez ve sizin barışınızı reddedip size saldırmaktan ellerini çekmezlerse, onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. İşte size, onların aleyhinde verdiğimiz apaçık bir yetki! (Nisa Suresi 91) Cenab-ı Hak, münafıklar hakkında müminlerin nasıl davranacaklarına ilişkin hükmünü bildirdikten sonra uygulamada yaşanabilecek muhtemel sorunları gideren hükümlerini de inzal eder. Şöyle ki, münafıklar, mümin olduklarını sözle ifade etmeleri nedeniyle mümin kabul edilirler. Fakat onların açık bir şekilde İslam Cumhuriyeti ile savaşa girişip girişmediği / inkâra kalkışıp kalkışmadığı kesinleşmeden bir öldürme olayı vukua gelmesi ihtimali mümin ileri gelenleri endişeye sevk eder. Çünkü inkârcı münafık diye öldürülen kişinin aslında inkârcı olmadığı daha sonra iddia edilebilir. Böyle bir durumda öldürülen kişinin açık bir inkârı / savaşı öldüren kişi tarafından ispatlanamaz ise bir mümin yanlışlıkla öldürülmüş olacaktır. Bu tür durumlar Medine içinde büyük bir kargaşaya yol açabilecektir. Bunu engellemenin yolu ise öldüren kimseye bir cezanın belirlenmesidir. Cenab-ı Hak, böyle durumlar için verdiği hükmü açıklamadan önce hiçbir müminin diğer bir mümini kasten öldürmesinin kabul edilemez olduğunu belirtti. Eğer bir mümin kasten bir mümini öldürecek olursa ona Cehennemde ebedi kalma cezası vereceğini bildirdi. Bu cezayı hiçbir müminin göze alamayacağı aşikâr olduğu için müminlerin gerçek müminleri kasten öldürmeleri olacak şey değildir. Diğer taraftan bir mümin başka bir mümini hata ile öldürecek olması halinde ise öldüren müminin kasten öldürmeden farklı olarak cezalandırılması gerekir. Mümin sayılan bir münafığın hatalı olarak öldürülmesi de aynı kapsamda cezalandırılması ile müminlerin öldürme hususunda kendilerine verilen yetkilerini kötüye kullanmasının önü alınmış olacaktır. İslam toplumunu anarşi ve kaosa sürükleyecek olumsuz durumlara meydan vermemek için eğer öldürülen münafığın inkârcı olmadığı (İslam Cumhuriyetine açık bir savaş açmadığı) iddia edilirse o takdirde öldüren kimseye verilecek ceza miktarı hatalı olarak bir müminin öldürülmesi halinde verilecek ceza miktarı olarak belirlendi. Böyle bir öldürme olayında öldüren kişiye mümin bir köleyi azat etmesi ve maktulün ailesine diyet ödemesi hükmü getirildi. Eğer maktulün ailesi düşman bir kabileden ise sadece bir mümin köleyi azat etmesi yeterli olacaktır. Şayet öldüren kimsenin diyet vermeye ve köle azat etmeye gücü yetmiyorsa iki ay oruç tutarak cezasını çekeceği hükme bağlandı. Bu hükümlerle hiçbir mümin kasıtlı olarak yetkisini aşan bir öldürmeye kalkışamayacaktır. Böylece hatalı olarak öldürülecek bir münafık için yasaya uygun olan diyet ödeneceği için maktulün kabilesi de bu öldürme olayı nedeniyle herhangi bir kaos çıkaramayacaktır. 92-93-Hata ile olması dışında bir müminin, diğer bir mümini öldürmesi olacak şey değildir. Kim bir mümini, hatayla / kaza ile öldürürse, mümin bir köleyi özgürlüğe kavuşturması ve ölenin ailesine / varislerine diyet vermesi gerekir. Ancak ölünün ailesi bağışlarsa o başka. Eğer öldürülen mümin size düşman olan bir topluluktan ise o zaman öldürenin mümin bir köleyi özgür bırakması gerekir. Eğer öldürülen kimse sizinle aralarında antlaşma olan bir topluluktan ise öldürenin, ölenin ailesine diyet vermesi ve mümin bir köleyi özgürlüğüne kavuşturması gerekir. Bunlara imkân bulamayan ise Allah tarafından tövbesinin kabulü için arka arkaya iki ay oruç tutar. Allah, her şeyi hakkıyla iyi bilendir, en hikmetli yasa koyandır. Her kim de bir mümini kasten /bile bile / planlayarak öldürürse onun cezası, içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, ona lanet etmiş / rahmetinden mahrum bırakmış ve onun için çok büyük bir azap hazırlamıştır. (Nisa Suresi 92-93) Bu hükümler sadece Medine içinde vuku bulacak hatalı öldürmelere uygulanmayacak aynı zamanda Medine İslam Cumhuriyetiyle müttefiklik anlaşması yapmış çevre kabilelerdeki münafık inkârcılar içinde uygulanacaktı. Çünkü Mekke’nin çok büyük bir hizipler ordusu oluşturmakta oldukları o zamana kadar Medine İslam Cumhuriyetine tabi olmuş ve birlikte müttefiklik oluşturmuş yani müslim (teslim olmuş) kabileleri de korkutmuştu. Gelinen aşamaya kadar Hz.Muhammed’in@ yapmış olduğu akın ve savaşlarda Medine İslam Cumhuriyeti ile birlik olma görüntüsü veren, savunma işbirliği yapan, müttefiklik anlaşması yapan ve böylece dostluk / velayet ilişkisi tesis etmiş bazı kabilelerin önderleri, Mekke Müşrik Yönetimi ile Medine İslam Cumhuriyeti arasında tercih yapma noktasına geldiler. Onlar müşrik hizipler ordusunun büyüklüğü karşısında Mekke Müşrik Yönetiminden yana tavır koydular. Böylece daha önce müslim / müttefik olmuş bu kabilelerden korkularına yenilip Medine İslam Cumhuriyetini (Hz.Muhammed’i@ ) inkâr cihetine gidenler saflarını değiştirip müşriklerle beraber müttefik oldular. O kabilelerden bazıları vardı ki, onlar aslında Medine İslam Cumhuriyetini ve ilkelerini asla sevmemişlerdi. Bir yerde zoraki müslim olmuşlardı. Onlar daima güçlü tarafı dikkate almışlar ve Medine İslam Cumhuriyetine zayıf gördükleri bu vasatta da hemen ihanet ettiler. Diğer taraftan Hz.Muhammed’in@ üzerlerine kuvvet göndermesinden tırstıkları için Medine İslam Cumhuriyetine de şirin görünmek ve böylece başlarına bir zarar gelmesinden emniyette olmak istemekteydiler. Bunlar faydacı bir anlayışla hareket ettiklerinden dürüst değillerdi. Onlar Hz.Muhammed’in@ iktidarının aleyhine ve Mekke Müşrik İktidarının lehine olacak bir fitne, bir başkaldırı, bir anarşi yaratmak için onlardan yardım talep edildiğinde hemen o çağrıya icabet ediyorlardı. Onlara ahitlerine ihanet etmelerinin cezası verilmeliydi. Bu nedenle Cenab-ı Hak, müminlere bu tip davranan kabileler için uygulanacak apaçık bir yetki verdi. Bu yetki ile Medine İslam Cumhuriyeti bundan sonra ikircikli davranış gösteren, münafıkça hareketler sergileyen çevre kabile yöneticilerinin üzerlerine gidip yakaladıkları yerde onları öldürerek cezalandıracaktı. İnkârcı münafıklar hakkında Cenab-ı Hakk’ın verdiği bu yetkinin çevre kabilelerine duyurulduğu zaman herkes kendisine çeki düzen verecekti. Bu işin şakasının olmadığını herkes görecekti. Bu hükümlerin bir faydası da şimdiye kadar kazanılmış olan kabilelerin düşman tarafına geçmesine mâni olmaya çalışılmış olmasıdır. [1] ) Bu husustaki rivayetlerin en önemlisi Huyey bin Ahtabın kızı ve Hz. Muhammed’in daha sonra zevcesi olan Hz.Safiyye validemizden gelen rivayettir
- Bölüm 14:MEKKE'NİN YENİ GÜZERGAH ARAYIŞI | Allahın Rehberliği
BÖLÜM 14 MEKKE’NİN YENİ GÜZERGÂH ARAYIŞLARI Bedir Savaşından sonra Mekkelilerin sahil yolundan Şam’la ticaret yapması imkânsız hale gelmişti. Mekkeliler, Şam ile ticaret yapabilmek için alternatif güzergâh olarak Irak Yolu’nu denemeyi gündemlerine getirdiler. Bu konuda Mekke’de yapılan müşavereler de Safvan b. Ümeyye Kureyş'in yaşadığı sıkıntıyı ve çözüm yolunu şöyle dile getirmişti: “Muhammed ile adamları ticaretimizi felce uğrattılar. O'na ve adamlarına karşı ne yapacağımızı, nasıl davranacağımızı bilemez olduk. Sahil yolunu kontrollerine aldılar. Oradan onların izni olmadan geçmek mümkün değil. Bölgedeki bütün kabilelerle de anlaşmışlar; onlar da Muhammed'e yardımcı oluyorlar. Nereye gideceğimizi ne yapacağımızı bilemez olduk. Eğer Mekke'de oturup duracak olursak, bütün sermayemizi yiyip bitireceğiz. Ben size Irak Yolunu alternatif güzergâh olarak öneriyorum.” ([1] ) Safvan Bin Ümeyye’nin önerisi Darün Nedve de kabul görür. Fakat önce güzergâh üzerindeki kabilelerle görüşüp yol güvenliğinin sağlanması gerekmektedir. Zira gerek yağmacı kabileler gerekse de Medine İslam Cumhuriyetinin saldırılarına karşı kervanın güvenliği mutlaka sağlanmalıydı. [1] ) Celaleddin Vatandaş “Hz. Muhammed'in Hayatı ve İslâm Daveti-Medine Dönemi” sahife 141 Harita 12: Mekke'nin Şam Ticaret Yolları (--- Sahil Yolu ---Alternatif Irak Güzergâhı) (https://www.wpmap.org/map-of-saudi-arabia/saudi-arabia-physical-map-gif/ ) Yol güvenliği için güzergâh üzerindeki iki büyük kabile olan Beni Süleym ve Gatafanlılarla görüşülerek onlarla müttefiklik anlaşması yapılmalıydı. Ayrıca Medine’deki alan Yahudi kabileler kışkırtılarak Medine’de iç kargaşa / anarşi çıkartmak yerinde olacaktı. Kaynuka Yahudileri sürüldüğü için diğer Yahudi kabileleri olan Kurayza ve Nadir’i kışkırtmak uygun olacaktı. Zaten Ka’b Bin Eşref bu süreci başlatmış ve Bedir savaşından sonra Mekke’ye kadar gelmiş, Mekkelileri intikam için kışkırtmıştı. Kaynukalıların sürülmesi ve Ka’b bin Eşref’in bu hareketi Peygamberimizin@ Yahudilerle başının ağrıdığının en temel göstergesiydi. Dahası Medine’deki yeni düzenlemelerden ve gelişmelerden şehirdeki Yahudi ileri gelenlerinin bir hayli rahatsız olduğu bilgisi Mekkelilerce malumdu. 14.1. Ebu Süfyan’ın Alternatif Güzergâh Oluşturma Girişimi ve Sevuk Harekâtı Alternatif Şam ticaret güzergâhının kullanabilmesi için düşünülen planlar uygulamaya konulur. Bu amaçla Ebu Süfyan 40 kişilik bir süvari birliği ile Medine’ye doğru yola çıkar. ([1] ) Ebu Süfyan Medine’ye geldiğinde gizlice önce Ka’b b Eşrefe uğrar. O zaten böyle bir başkaldırıya katılacağını Mekke’ye gelerek deklare etmişti. O yüzen ikinci etkili şahıs olan Beni Nadirin Liderlerinden Huyey bin Ahtab’ın kapısını çalar fakat Huyey kapısını açmaz. Ebu Süfyan bu kez Sellam bin Mişkem’in kapısını çalar. Sellam, Ebu Süfyan’ı çok iyi bir şekilde ağırlar. [1] ) Not: Siyer kaynakları bu harekâtı Bedir’in intikamını almak için yapılmış bir harekât olarak değerlendirir. 40 kişilik bir süvari birliği ile Medine’ye intikam almaya gitmek hiç de akıllıca bir hareket olamaz. Şekil 2: Ebu Süfyan'ın Sevuk Harekâtı Ertesi günü Ebu Süfyan, Gatafan Kabilesine doğru yönelmişken yolda Ensar’dan bir kişi ve iki işçisi onları fark eder. Ebu Süfyan’ın askerleri onları hemen orada katlederler. Olay hemen peygamberimize@ haber verilir. Hz.Muhammed@ vakit kaybetmeksizin 200 kişilik bir orduyla Ebu Süfyan kuvvetlerinin peşine düşer. Ebu Süfyan Gatafan kabilesine gitmek için Henakiye’ye doğru yol alır. Fakat takip edildiklerini haber alınca hızla bölgeden kaçmak için yanlarına aldıkları sevuk ([1] ) denilen erzak torbalarını atarak yüklerini hafifletirler. Ebu Süfyan Beni Süleym kabilesi üzerinden Mekke’ye doğru yol alır. Muhtemelen geri dönüş yolunda Beni Süleym kabilesi ile müttefiklik anlaşması yapmış olmalıdır. Yine çok büyük bir ihtimalle görüşme yapmasa da Gatafan kabilesine gönderdiği haberci ile onların da Irak Yolu üzerinden Şam ticaretini gerçekleştirmede onların olumlu görüşünü almış olmalıdır. Zaten Mekkelilerin ticaret için bu yolu tercih etmesi, her iki kabilenin de menfaatine olacağı gayet açıktır. Çünkü sahil yolu ne kadar uzun süre kapalı kalırsa Mekkelilerin kullanmak zorunda kalacakları bu alternatif güzergâh sözkonusu bu kabilelere çok büyük ekonomik gelir getirecektir. Bu nedenle Ebu Süfyan büyük ölçüde hedeflerine ulaşmış olarak Mekke’ye döner. Hz.Muhammed @ ise Ebu Süfyan’ın bu harekâtına anlam vermeye çalışır ve O’nun niyetini çözer. Ebu Süfyan Irak Yolunu yeni ticari güzergâh olarak kullanacaktır. Beş gün bölgede kaldıktan sonra Medine İslam Ordusu sevuk torbaları ile birlikte Medine’ye geri döner. [1] ) Sevuk: un, yağ ve bal karışımı bir yiyecek Harita 13: Ebu Süfyan'ın Sevuk Harekatı Rotası ve Hz.Muhammedin Sevuk Harekatı(https://www.wpmap.org/map-of-saudi-arabia/saudi-arabia-physical-map-gif/ ) Ebu Süfyan’ın niyetini anlayan Peygamberimiz@ izlenecek karşı stratejiyi paylaşmak için mümin ileri gelenlerini Mescid-i Nebevi’de toplantıya davet etti. Onlara Sevuk Harekatıyla ilgili olarak Ebu Süfyan’ın niyetinin alternatif bir ticaret yolu denemek istediğini ve bu amaçla güzergâh üzerindeki Gatafan ve Beni Süleym kabileleri ile anlaşmalar yapmak için geldiğin anlattı. Onun Medine’deki Yahudi liderlerle görüşme amacının da Medine’de iç karışıklık çıkarmak olduğunu belirtti. Onun bu planlarını bozmak için harekete ivedilikle geçilmesi gerektiğini söyledi. O bu amaçla Gatafan ve Beni Süleym kabilelerinin Medine İslam / Barış Topluluğu bünyesine katılmaya davet edilmesi ve bu daveti kabul etmedikleri takdirde onları Mekke ile müttefik olmamaları hususunda tarafsızlığa zorlanması için onların üzerine kuvvet gönderilmesini teklif etti. Fakat konunun önemini idrak edemeyen bazı mümin ileri gelenler Gatafan ve Beni Süleym kabilelerinin üzerine ordu gönderilmesi teklifini kabul etmek istemediler. Zira bu kabileler büyük ve güçlü kabilelerdi. Onları korkutmak için yapılacak harekât hem büyük ölçüde mal ve para harcamayı gerektirecek hem de yaya veya binekli savaşçılara ihtiyaç olacaktı. Tıpkı Bedir Savaşına gidişteki isteksizlik gibi müminlerde bir isteksizlik meydana geldi. Onlar, bu kabilelerin güçlü ve tehlikeli olmasının yanında çöl şartlarını çok iyi bildiklerini, bu nedenle bu şartları kendi lehlerine kullanarak İslam ordusunun üzerine ani bir baskın yapmaları halinde büyük bir yenilgi alma ihtimali olduğunu ifade ettiler. Hz.Muhammed@ ise başka çarenin olmadığını, gerekli tedbirleri alarak bu iki kabilenin üzerine gidilmesinin kaçınılmazlığını anlattı. Ama onlara yapılacak operasyonlardan önce Medine’nin iç bütünlüğünü sağlamanın ivedilik arz ettiğini belirtti. Bunun için planın birinci basamağı olarak Ka’b bin Eşref’in etkisiz hale getirilmesi kararının alınmasını gündeme getirdi. Hz.Muhammed’in@ planına göre önce Medine Anayasasının şartlarını ihlal etmiş olan Ka’b bin Eşref ortadan kaldırılacaktı. Zira o Mekke’ye kadar gitmiş ve onları Medine’ye saldırı yapmaları ve Bedir’in intikamını almaları için onları teşvik etmişti. Zaten Ka’b bin Eşref anlaşmayı ihlal ettiğini de açıkça deklare ediyordu. Bu nedenle onun öldürülmesinin önünde hukuken hiçbir engel yoktu. Peygamberimiz@ onun öldürülmesi ile Beni Nadir ve Beni Kurayza Yahudilerine bu işin hiç şakasının olmadığı mesajının verileceğini belirtti. Kim anlaşma şartlarını ihlal ederse onlarla savaşmaktan çekinilmeyeceği bir daha ortaya konacaktı. Ebu Süfyan’ı evinde misafir eden Sellam bin Mişkem de sorgulanmıştı. Fakat o Anayasaya bağlılık yemini ediyor ve Anayasayı ihlal etmediğini, Ebu Süfyan’la herhangi bir gizli anlaşmaya girmediğini, onu sadece misafir olarak ağırladığını ifade etmişti. Bu nedenle onun için herhangi bir girişimde bulunmak planlanmadı. Toplantı sonunda Kab bin Eşrefin öldürülmesi ve Gatafan ile Beni Süleym kabileleri üzerine askeri kuvvet gönderilmesi kararı alındı 14.2. Ka’b Bin Eşref’in Öldürülmesi Ka’b bin Eşref’in ortadan kaldırılması kararının yerine getirilmesi için peygamberimiz@ Muhammed bin Mesleme’yi görevlendirdi. O, beş kişilik bir operasyon timi oluşturdu ve nasıl bir operasyon tatbik edeceğini de planlandı. Ka’b bin Eşref’in kalesi Beni Nadir kabilesinin yerleşim yerinin arkasındaydı ve çok güvenlikli bir kaleydi. Kaleye girebilmek için tasarlanan hile uyarınca Muhammed bin Mesleme dost görüntüsü içerisinde Ka’b bin Eşref’e misafir oldu. Onunla yenilen yemekten sonra dostane bir havada gelişen sohbet sırasında Muhammed bin Mesleme operasyonunu yaptı ve Ka’b Bin Eşref’i öldürdü. Şekil 3: Ka'b bin Eşref'in Katli için Muhammed bin Mesleme Harekâtı 14.3. Gatafan ve Beni Süleym Kabileleri Üzerine Yapılacak Askeri Harekât İçin İnfaka Davet Ka’b bin Eşref suikastının başarıyla neticelenmesi ile Mescid-i Nebevideki toplantıda belirlenen birinci adım gerçekleşmişti. Şimdi aynı toplantıda kararlaştırılan ikinci adıma sıra gelmişti. Şimdi Gatafan kabilesi ve Süleym kabilesi üzerine ordu gönderilecek ve onlar korkutulacaktı. Tıpkı Bedir Savaşı öncesi Sahil Yolu ticaret güzergâhında bulunan Damran ve Müdlic kabilelerinin üzerine yürüyüp onları korkuttuktan sonra onlarla müttefiklik ya da saldırmazlık sözleşmesi yaptıkları gibi Mekke’nin alternatif ticaret yolu üzerindeki Gatafan ve Süleym kabileleriyle de müttefiklik sözleşmesi yapılmaya çalışılacaktı. Ancak ilk etapta onlar korkutulup Mekke Yönetimiyle yaptıkları müttefiklikten vaz geçirmek gerekiyordu. Gerçi bunu yapmak da oldukça zor görünüyordu. Zira Bedir zaferinden sonra bu iki kabilenin Mekke’nin kışkırtmasıyla Medine üzerine saldırmaya hazırlandığı duyumu alınınca üzerlerine bir ordu gönderilerek Karkaratül Küdr Harekâtı düzenlenmişti. Bu harekâtta herhangi çatışma olmamakla birlikte 500 devenin üzerinde bir ganimet elde edilmişti. Önemli miktarda mallarını kaptırmaları nedeniyle Gatafanlılar Medine İslam Cumhuriyetine karşı iyice hınçlıydılar. Onların Medine İslam Cumhuriyeti ile müttefiklik anlaşması yapmaya yanaşmayacaklarının bir diğer sebebi de onların kabile sisteminin devamını istiyor olmaları ve asla merkezi bir idareye bağlı olmak istememeleriydi. Dahası Mekkelilerin Irak alternatif ticaret yolunu tercih etmeleri kendilerinin çok menfaatine geliyordu. Dolayısıyla Medine İslam Cumhuriyeti ile müttefik olmayı değil Mekke müşrik yöneticileri ile müttefik olmayı tercih edecekleri açıktı. Bu nedenle Medine İslam Cumhuriyetinden gelecek baskılara karşı direnecekleri açık olan bu kabilelerin üzerlerine gönderilecek ordunun tam teçhizatlı ve uzun süre bölgede gövde gösterisi yapabilecek bir ordu olması gerekiyordu. Uzun soluklu ve tam teçhizatlı bir ordunun oluşturulması içinde müminlerin infakta bulunmaları şarttı. Cenab-ı Hak, Medinelileri orduyu donatma hususunda teşvik etmek için Allah Yolunda infakın karşılığının çok büyük ödülle mükâfatlandırılacağını bildirdi. Bu mükâfatlandırma müjdesi için onların çok kolay anlayabileceği güzel bir örneği metafor olarak verdi. Yapılacak fedakârlığın / infakın karşılığının çok büyük olacağını bire yedi yüz veren bir buğday örneği ile anlattı. Gatafan ve Süleym kabilelerinin üzerine ordu gönderme kararına her ne kadar bazı itirazlar olsa da sonunda tezkere karara bağlanmıştı. Fakat nasıl Bedir Savaşına giderken bazıları savaşa katılmaya karşı isteksizlik gösterdilerse bu harekât için de fedakârlık yapmaya ve infakta bulunmaya bazıları gönülsüz yaklaşıyorlardı. Özellikle münafık şeytan Abdullah b. Ubey orduyu donatmak için infak yapılması halinde giderek fakirleşecekleri söylemini yayıyordu. Bu şekilde sürekli akınlar / askeri hareketler olacak olursa bunları finanse etmenin mümkün olamayacağı, Medine ekonomisinin bunu kaldıramayacağını söylüyordu. Onun Medinelileri fakirlikle korkutması, halk üzerinde etkili oluyor halktan bazıları gerekli teçhizatları getirseler de sürekli söyleniyorlar, harekâtı yanlış buluyorlar ve peygamberimizi @ ve samimi müminleri üzüyorlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, onları uyardı; “Eğer peygamberinize eziyet edecekseniz ve böyle söylenip durarak infak edecekseniz hiç infak etmeyin! Böyle yaparak samimi insanların şevkini kırıyorsunuz. Güzel sözlerle bu hareketi desteklemeniz gerekirken söylenip duruyorsunuz. Böyle söylenerek ve gönülsüzce yapacağınız infaka Allah’ın (dolayısıyla Medine İslam Cumhuriyetinin) ihtiyacı yoktur. Samimi bir şekilde güzel sözlerle bu harekete destek vermeniz bile, arkasından eziyet veren infaktan daha hayırlıdır.” 261-263- Mallarını Allah yolunda harcayanların örneği, yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan tohum örneği gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah’ın lütfu geniştir ve O her şeyi bilir. Mallarını Allah yolunda bağışlayan, sonra verdiklerini minnet konusu yapmayan ve eziyet etmeyenler var ya! İşte o kimselerin Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de. Güzel söz ve kusur bulmamak, peşinden eziyet gelen sadakadan daha hayırlıdır. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, cezalandırmada acele etmeyendir. (Bakara Suresi 261-263) Bu mesajlara muhatap olan münafıklar orduyu donatma hususunda bu kez riyaya başvurdular. Onlar niyetlerini gizlemek ve sırf isim yapıp gözdelerden olabilmek için infak etmeye başladılar. Aslında onlar Hz.Muhammed’e@ ve O’nun stratejisi ile gelecekte başarı kazanılacağına inanmıyorlardı. Yani Allah’ın gelecekteki zafer vaadine ve ahretteki hesap gününe inanmıyordu. Fakat onlar İslam Cumhuriyetinde sözü dinlenen ileri gelenler / makam sahipleri / en önde olanlardan olma statülerini de korumak istiyorlardı. Cenab-ı Hak, ise onları çok güzel bir metaforla uyardı. Onlara bu hareketlerinin kendilerine bir faydası olmayacağını bildirdikten sonra, eğer Kendisinin rızasını kazanmaya yönelik infak ederlerse o zaman statülerini güçlendireceklerini belirtmek için başka bir örneği metafor olarak verdi. 264-265- Ey iman edenler! Malını insanlara riya / gösteriş için harcayan ve Allah'a ve gelecekte yaşanacak sürece (ahrete) iman etmeyen kişinin yaptığı gibi, sadakalarınızı minnet ve eziyet ederek iptal etmeyin. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağanak yağmur yağdığı zaman, o şiddetli sağanağın kendisini çıplak olarak bıraktığı kayanın durumu gibidir. Öyle kimseler yaptıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah inkârcılar topluluğunu doğru yola iletmez. Sadece Allah'ın rızasını kazanmak ve kendilerini güçlendirip sağlamlaştırmak için mallarını bağışlayanların durumu ise kendisine bol yağmur isabet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur yağmasa da bir çisenti bile yeter. Allah, yapmakta olduklarınızı görmektedir. (Bakara Suresi 264-265) İslam Ordusunun donatılması için aşağıdaki ayetle verilen örnekle de herkesin aklını başına almasını aksi takdirde hâlihazırdaki kazanımların boşa gideceği uyarısı yapıldı. Söz konusu örnekte Medine İslam Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana geçen kısa süre içerisinde kazandığı zafer ve ganimetlerle kavuştuğu birtakım imkânlar, bahçe ve üzüm bağlarına benzetilirken Cumhuriyetin kurum ve düzenlemeler bakımından hâlihazırda zayıf ve güçsüz olmasını ise bahçe sahibinin ihtiyarlık nedeniyle yüz yüze geldiği zayıflığa ve güçsüzlüğe benzetildi. Cumhuriyetin bekasını sağlayacak kadroların henüz yetişmemiş olmasını ise verilen örnekteki ihtiyarın küçük çocuklarına metafor yapılmaktadır. Mevcut duruma yapılan benzetmeden sonra nasıl ki ihtiyarın bahçesinin bir fırtınada aniden yok olması onun için bir felaket olacaksa, Medine İslam Cumhuriyetinin de sahip oldukları imkân, zafer ve stratejik konumunu kaybetmesinin bir felaket olacağı vurgulanarak Gatafan ve Beni Süleym kabileleri üzerine sefere çıkacak İslam ordusunu herkesin desteklemesi ve donatması konusunda ikaz edildi. 266- Sizden biriniz ister mi ki; kendisine ait hurmalık ve üzüm bağlarından bir bahçesi olsun, içerisinden ırmaklar aksın, içinde her türlü meyve yetişsin, kendisine de ihtiyarlık çökmüş ve küçük çocukları olduğu bir zamanda ateşli bir fırtına kopsun ve bahçesini kavurup yakıversin? İşte Allah, düşünesiniz diye ayetlerini böyle açıklıyor. (Bakara Suresi 266) Bir kısım münafıklar da İslam Ordusunun donatılması için yaptıkları infakta en kötü ve en değersiz ürünlerini / mallarını veriyorlardı. Onların böyle yapmaktaki amacı halkı etkileyerek onların da en kötü ve en değersiz ürünlerini / mallarını infak için getirmelerini sağlayarak harekâtın finanse edilmesini engellemekti. Böylece peygamberimizin politikasını boşa çıkarmak niyetindeydiler. Onların bu girişimlerinden etkilenerek ürünlerinin en kötüsünü ve / veya en değersizini bağış için getiren insanlar vardı. Bu gelişmeye karşı derhal bir önlem alınması gerekiyordu. Cenab-ı Hak, Medinelileri bu konuda hemen uyardı ve Allah yolunda infak edecekleri malların / ürünlerin, gözden çıkardıkları ya da zaten atacakları değersiz olanlarından vermeye kalkışmamalarını bildirdi. 267-Ey iman edenler! Kazandığınız mallardan / servetten ve sizin için yerden çıkardıklarımız ürünlerin en helalinden ve en iyilerinden infak edin / Allah yolunda verin. Kendinizin göz yummadan alıcısı olamayacağınız kötü malı ve ürünleri vermeye yeltenmeyin. Biliniz ki Allah çok zengin / hiçbir şeye muhtaç olmayan, övülen / övgüye layık olandır. (Bakara Suresi 267) Abdullah b. Übey şeytanı da bu askerî harekâtlara karşı olduğu için mümin halkın infak etmemeleri için onları fakirlikle korkutuyordu. Hz.Muhammed’in@ bu politikaları devam ettiği sürece bu harekâtların sonunun gelmeyeceğini ve Medinelilerin de sınırlı bir ekonomik güce sahip olduğunu, eğer bütün harekâtları finanse edecek olurlarsa sahip oldukları servetlerini / varlıklarını kaybedeceklerini dillendiriyordu. O bu propagandası ile Hz.Muhammed’in@ öngördüğü politikalarını icra etmesi için ihtiyaç duyduğu mali desteği bulamadığından dolayı başarısız olmasını ve sonunda da İslam Cumhuriyetinin yıkılıp gitmesini istiyordu. Eğer istediği gerçekleşecek olursa eski şirk zulüm sistemine geri dönülecek ve kendisi tekrar iktidara gelmeye muvaffak olacaktı. Cenab-ı Hak, Medine halkını Abdullah b. Übey’in bu propagandasına karşı uyardı. Onlara elçisinin politikaları izlendiği takdirde rahmetinden çok büyük zenginlikleri vereceğini bildirdi. Abdullah b. Übey şeytanının ileriyi göremediğini ama Hz.Muhammed’in@ kendi ihsan ettiği ferasetle geleceği gören hikmetli politikalar uyguladığını belirtilerek şayet elçisinin hikmetli politikaları desteklenecek olursa çok büyük hayırlara / mallara / zenginliklere kavuşacaklarını belirtti. 268-269-Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor ve size çirkinliği / hayâsızlığı / cimriliği emrediyor. Allah ise, size Kendisinden bağışlama ve bol ihsan vaat ediyor. Allah, bilgisi ve rahmeti / ihsanı sonsuz geniş olandır. Allah, dilediğine hikmet (hâkimiyet, yasa, bilgelik ve ilkeler) verir. Kime de hikmet verilmişse, gerçekten ona pek çok hayır / mal / mülk / servet verilmiş demektir. Bunu, derin düşünebilen akıl sahiplerinden gayrısı anlamaz. (Bakara Suresi 268-269) Abdullah b. Übey Şeytanının sadakaları / infakı engellemek için yaptığı bütün girişimler Cenab-ı Hakk’ın uyarıları ile boşa çıkarılıyordu. Medineli halk, askeri operasyonları desteklemek için ürünlerinin / mallarının en iyilerini vermeye başladıkları gibi fakirlik korkusunu da yenip fazla fazla veriyorlardı. Fakat münafıklar ve kalbi hastalıklı olan bazı kimseler infakı engelleme girişimlerinden vazgeçmemişlerdi. Onlar bu kez sadakaların gizli verilmesi gerektiği propagandasını yapmaya başladılar. Onlar bu propaganda ile Allah yolunda halkın verecekleri sadakaların / infakın gizli olmasını sağlamaya çalışıyorlardı. Böylece en kötü ürünleri verenlerin kimler olduğu belli olmayacağı ve kimin ne kadar verdiği belli olmayacağı için kendileri amaçlarına kavuşacakları gibi kötü niyetli / mal sevgisine yenilen bazılarına da imkân sağlanmış olacaklardı. Bilindiği üzere sadaka terimi Allah yolunda verilecek infak, sadaka, zekât, vergi, bağış vb. her türlü harcamayı kapsamaktadır. Cenab-ı Hak, münafıkların yaptıkları bu menfi propaganda ile hedeflerine ulaşmalarını engellemek için İslam Cumhuriyetine verilecek infak, zekât ve / veya sadakat vergileri ile insanların yoksullar için yapacakları infak ve sadakaların verilme şekillerine ilişkin usul ve esasları belirledi. Bu noktada İslam Cumhuriyetine / Allah yolunda verilecek zekât / sadakat vergisi ve infak gibi harcamaların açıktan yapılmasını, yoksullara doğrudan / elden verilecek sadakaların ise gizli olmasının daha hayırlı olacağını hükme bağladı. Cenab-ı Hak, bu hükümlerle İslam Cumhuriyeti için / Allah yolunda yapılacak harcamaların açıktan yapılmasının güzelliğine vurgu yaparken fakirlere verilecek sadakaların gizli verilmesinin onların incinmemeleri açısından daha uygun olduğuna işaret etti. Böylece münafık şeytanların halk nezdinde yaratmaya çalıştığı menfi algı bertaraf edildi. İnsanların her ne infak ederlerse ve kalplerinde nereye, kime ve hangi niyetle infak etmeyi murat ediyorsa Kendisinin onu bildiğini ve karşılığını vereceğini de bildirdi. Zalim münafıkların böyle yaparak İslam Ordusunu ve elçisini yardımsız bırakacağını umuyorlarsa boşuna uğraşmamalarını Kendisinin elçisine yardım edeceğini ama zalim münafıkların hiçbir yardımcılarının olmadığına işaret etti. Diğer taraftan Hz.Muhammed@ Medinelilerin hayrına, onların yararına ne kadar çaba gösterirse göstersin münafıkların ve bazı kalbi hastalıklı insanların hala menfi davranmaları karşısında üzüntü duymaktadır. Cenab-ı Hak elçisini bu noktada da teselli etti ve onların doğru yola girmemesinden kendisini sorumlu tutmamasını ve üzülmemesini istedi. Kim Allah yolunda harcama yaparsa kendi yararına yapacağını ve karşılığını alacağını bildirdi. 270-272- Allah yolunda ne infak ettiyseniz ve/ veya ne vermeyi adadıysanız, muhakkak Allah onu bilir (ve karşılığını verir). Ama zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur. En güzeli Sadakat Vergilerinizi / Zekâtlarınızı (İslam Cumhuriyeti için yapacağınız harcamalarınızı / Allah yolundaki harcamalarınızı) açıktan vermenizdir. Fakat yoksullara vereceğiniz sadakalarınızı ise gizlice vermeniz sizin için daha hayırlı olur. Bu şekildeki davranış sizin günahlarınızın bir kısmının bağışlanmasına sebep olur. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediği kimseyi doğru yola getirir. Allah yolunda yaptığınız tüm harcamalar yine kendi yararınızadır. Fakat Siz yalnızca Allah rızasını gözeterek verirsiniz. Böyle yaptığınız her harcamanın / iyiliğin karşılığı size tastamam ödenecek ve siz hiçbir şekilde haksızlığa uğratılmayacaksınız. (Bakara Suresi 270-272) Abdullah b. Übey şeytanının yaptığı bir diğer menfi propaganda sadakat vergilerinin / zekâtın / infakın Hz.Muhammed’in@ yandaşlarına / arkadaşlarına gittiği yönündeydi. İslam Cumhuriyetinde toplumun işlerini görmeye memur edilen müminlere ve güvenliği sağlamak için savaşan askerlere / mücahitlere Cumhuriyetin hazinesinden yapılan harcamalar münafıkların dillerinde dolaşıyor ve Medinelilere verdikleri paraların birilerine menfaat sağladığı şeklinde algı yaratan propagandaya dönüşüyordu. Cenab-ı Hak, İslam Cumhuriyeti hazinesine verilen sadakat vergilerinin / infak / zekâtların İslam Cumhuriyetinin memurlarına ve savaşçılarına harcanmasının gayet doğal olduğunu zira onların yaptıkları hizmetler nedeniyle kendi geçimleri için ne ticaret yapmaya ne de çalışmaya vakitlerinin olmadığını bildirdi. Halkın hizmetinde bulunup dünyevi kazanç peşinde koşmaya fırsat bulamayan bu insanların ihtiyaçları bir yerlerden karşılanmazsa yaşamlarını nasıl idame ettireceklerdir? Şayet geçimleri için çalışacak veya ticaretle uğraşacak olurlarsa o takdirde de Cumhuriyetin hizmetleri aksayacaktır. Bu nedenle İslam Cumhuriyetinin memurları ve askerlerinin geçimleri için hazinede toplanan sadakat vergilerinden / infaktan / zekâttan onlara maaş verilmesi gerektiği müteakip ayetlerle bildirildi. Ayrıca onlar öylesine izzetli ve şerefliydiler ki yaptıkları hizmetlere karşılık olmak üzere halktan herhangi bir şey asla istemediklerine söz konusu ayetlerde işaret edildi. Dışarıdan bakanların onların ihtiyaçları olsa dahi onurlu duruşları nedeniyle zengin sanıldığı belirtildi. Dahası onlar dünyevi ihtiyaçları için kamu / devlet gücünü kullanıp halktan arsızca bir şey talep etmediklerine de değinildi. Böylece münafıkların bir menfi propagandalarının da önüne geçilmiş oldu. 273-274-Sadakat Vergileriniz / zekâtlarınız, kendilerini Allah yoluna adadıklarından dolayı rızıklarını temin amacıyla yeryüzünde gezip dolaşamayan ve böylece fakru zarurette olanlar içindir. İstemekten çekindikleri için durumlarını bilmeyenler onları zengin zannederler. Onları şu özellikleriyle tanırsın / tanırsınız; şereflidirler, haysiyetlidirler, yüzsüzlük yaparak kimseden bir şey istemezler. Allah yolunda mallarınızdan yapacağınız her harcamayı, muhakkak Allah bilir. Mallarını gece gündüz / her zaman, gizli ve aşikâr Allah yolunda infak edenlerin mükâfatlarını Rableri verecektir. Onlara korku yoktur, onlar üzülmezler de. (Bakara Suresi 273-274) 14.4. Gatafan Kabilesi Üzerine Zu Emer Harekâtı (Haziran –Temmuz 624) Gatafan kabilesi üzerine yapılacak Zu Emer harekâtı için 450 askerden oluşan bir ordu teşekkül ettirildi. İslam Ordusuna bizzat Hz.Muhammed@ komuta etmekteydi. Peygamberimiz@ Medine’nin Başkanlık vekâletini Hz. Osman’a bıraktı. İslam Ordusu Gatafan kabilesinin genel olarak gezip dolaştığı Necid bölgesine hareket etti. Söz konusu bölgede 40 gün süreyle dolaşıldı. Fakat Gatafanlar İslam ordusunun karşısına çıkmaya cesaret edemediler. Peygamberimizin@ orduyu sürekli teyakkuzda tutması nedeniyle Gatafanlar onları gaflet içerisinde yakalama şansı da elde edemediler. Gatafanların kaçıp dağlara saklanmaları nedeniyle bu 40 günlük süreçte herhangi bir çatışma yaşanmadı. Ancak bu harekât sırasında Gatafanları kışkırtan ve onlara Medine İslam Cumhuriyetine karşı yapılacak muhtemel harekâtlar için mali destek sağlayan kişinin Hayber yakınlarında bir kalede oturan Yahudi finansörü Ebu Rafi olduğu öğrenildi. Zu Emer Harekâtı ile Gatafanların gözünün korkutulmuş olması nedeniyle Medine’ye saldırı yapmaları ihtimalinin ortadan kaldırılmıştır. Düşmana karşı caydırıcı bir hareket sonrasında beklenen sonuç elde edilmiş olduğundan İslam ordusu Medine’ye geri döndü. Harita 14: Zu Emer / Gatafan Harekâtı(https://www.wpmap.org/map-of-saudi-arabia/saudi-arabia-physical-map-gif/ ) 14.5. Ebu Rafi’nin Öldürülmesi Zu Emer harekâtıyla elde edilen istihbarat uyarınca Gatafanları Medine İslam Cumhuriyetine karşı örgütleyen ve gerekli finansmanı sağlayanın Ebu Rafi olduğu anlaşılınca, peygamberimiz@ Abdullah b. Atik komutasında beş kişilik bir suikast timini Ebu Rafi’yi öldürmek üzere Hayber’e gönderdi. Abdullah bin Atik ve ekibi halkın arasına karışarak Ebu Rafi’nin kalesine girdi. O gecenin ilerleyen saatlerinde ve gecenin sessizliğinde Ebu Rafi’nin odasına kadar girmeyi başardı ve onu öldürmek için hamle yaptı. Yaptığı hamle ile onu ağır yaraladı. Abdullah bin Atik, Ebu Rafi’ye öldürücü darbe vurduğu için onun öldüğünü sanıp kaleden kaçmaya çalışken merdivenden düştü ve ayağı kırıldı. O, kırık ayağıyla kaleden kaçmaya da muvaffak oldu ve sabah olduğunda ise Ebu Rafi’nin öldüğünü öğrendiler ve müjdeyi peygamberimize ulaştırdılar. Böylece Medine İslam Cumhuriyetine karşı düşmanlık için hem menfi propaganda yapan hem çevre Arap kabilelerini kışkırtan ve hem de onları finanse eden bir çıbanbaşı daha ortadan kaldırılmış oldu. 14.6. Beni Süleym Kabilesi Üzerine Buhran Harekâtı (Ağustos 624) Zu Emer Harekâtında ve Ebu Rafi suikastında başarıyı yakalayan Peygamberimiz, bu kez Beni Süleym kabilesi üzerine harekât düzenledi. Bu harekât için 300 kişilik bir ordu teşekkül ettirdi. Buhran Harekâtı adı verilen bu harekât 10 gün sürdü ve Gatafan kabilesi gibi Beni Süleym kabilesi de İslam Ordusunun karşısına çıkmaya cesaret edemedi. Hâlbuki bu harekât öncesi Mekkelilerin kışkırtmasıyla Medine’ye saldırı yapmayı bile planlıyorlardı. Beni Süleym kabilesinin de korkutularak tesirsiz hale getirilmesi nedeniyle harekât amacına ulaştığından İslam Ordusu Medine’ye geri döndü. Artık Mekke’nin alternatif Şam ticaret yolunu denemeleri halinde onları koruyacak herhangi bir güç / kabile yoktu. Kimse onları koruyamazdı. Fakat Mekke Yönetimi anlaşma yaptıkları bu kabilelere güveniyorlar ve kervanlarının saldırıya uğramayacağını düşünüyorlardı. Harita 15: Buhran Harekâtı(https://www.wpmap.org/map-of-saudi-arabia/saudi-arabia-physical-map-gif/ ) 14.7. Zeyd Bin Harise Harekâtı (Kasım Aralık 624) Mekkeliler Sevuk Harekâtı sırasında yol güzergâhı üzerindeki Beni Süleym ve Gatafan kabileleriyle yaptıkları güvenlik anlaşmalarına güvenerek bu alternatif yol üzerinden Şam’a ticari bir kervan denemesi yaptı. Bu Kervan altın ve gümüş açısından oldukça zengindi. Kervanda Ebu Süfyan, Safvan bin Ümeyye, Abdullah bin Ebi Rebia gibi Mekke’nin önde gelenleri de bulunuyordu. Kervana Furat bin Hayyan rehberlik ediyordu. Kervanın istihbaratını alan peygamberimiz, Zeyd bin Harise komutasında 100 kişilik bir ordu hazırlattı ve kervanı ele geçirmek için gönderdi. Ordu kervanı Karde denilen yerde yakaladı. Üzerlerine Medine İslam Ordusunun geldiğini gören kervanın muhafızları kaçıp canlarını kurtardılar. Beni Süleym ve Gatafan kabilelerinden de yardım alamadılar. Zeyd bin Harise kervan rehberi olan Furat bin Hayyanı esir etti ve tüm kervan mallarını ganimet olarak Medine’ye getirdi. Bu harekât ile sadece Medine İslam Cumhuriyetine kalan beşte bir hissenin miktarı 20.000 dirhem olduğu rivayet edilir. Böylece Cenab-ı Hakk’ın vaat ettiği bire yedi yüz örneği daha şimdiden gerçekleşmişti. Fakat daha önemli sonuç ise Mekke’nin kuzey ile ticaret yolu artık tamamen kontrol altına alınmıştı. Artık Medine’nin üzerine gitmekten başka çareleri kalmamıştı. Uhud savaşı kaçınılmaz hale gelmişti. Harita 16: Zeyd Bin Harise Harekâtı(https://www.wpmap.org/map-of-saudi-arabia/saudi-arabia-physical-map-gif/ )
- Bölüm 4:Müminleri Yüreklendirme | Allahın Rehberliği
BÖLÜM 4 MÜMİNLERİ YÜREKLENDİRME Mekke müşrik ileri gelenlerinin Hz. Muhammed’e @ sundukları uzlaşma teklifi aslında bir hileydi. Bu hilenin amacı da tevhidi dünya görüşü hareketini sisteme entegre ederek bitirmek ve hareketin merkezi haline gelmiş olan Darül Erkamı merkez olmaktan çıkarmaktı. Fakat hileli oyunları tutmadı ve Cenab-ı Hakk’ın rehberliği ile onların uzlaşma teklifi, Kafirun Suresindeki şiddetli ifadelerle reddedildi. Oyunları tutmayan Mekkeli müşrik ileri gelenler çileden çıktılar ve bu reddiye olayının Mekke kamuoyundaki etkilerini Darün Nedve de değerlendirdiler. Yaptıkları değerlendirme sonucunda artık şiddete başvurma zamanının geldiğini, aksi takdirde Hz. Muhammed @ taraftarlarının çığ gibi büyüyeceğini tartıştılar. Onların toplumu yönetmedeki en önemli ilkelerinden birisi de otoritelerini göstermek için şiddet uygulamaktır. Onlara göre toplum ancak şiddetten anlar. Aksi takdirde bu harekete katılımı durdurmak mümkün değildir. Onların bu değerlendirmelerinin sonuçları Mekke kamuoyunda dalga dalga yayılır. Hz. Muhammed’in @ safında yer almış olan kimseler, artık Mekke yönetiminin üzerlerine geleceğini, alay ve aşağılama faslından dayak, işkence ve şiddet aşamasına doğru gidileceği haberini alırlar. Hz. Muhammed’in @ bağlılarının yüzyüze kalacakları şiddet karşısında çözülmemeleri ve saflara katılmaya niyetli diğer Mekkelileri cesaretlendirmek için Cenab-ı Hak yeni mesajlar gönderir. O bu amaçla Felak ve Nas surelerini birer kalkan olarak inzal etti. Bu sureler ile Hz. Muhammed @ taraftarları yaratılmışlardan gelecek her türlü baskı, zulüm ve şiddete karşı aydınlık günleri vaad eden Cenab-ı Hakk’a sığınırlar. Onların bundan sonra sahneleyecekleri provakatif ve karanlık eylemlere karşı yine O’na sığınırlar. Onların müminlere karşı girişecekleri sinsi, büyüleyici, korkutucu, şok edici her türlü yalan dolan ve medyatik hilelere karşı da Yaratıcıya sığınırlar. Ayrıca Hz. Muhammed’i @ çekemeyen, hasedinden çatlayan Velid b. Muğire ve Ebu Cehil gibi azılı Mekke müşrik ileri gelenlerinin kıskançlık ve hasetten kaynaklanacak her türlü kötülüklerine karşı da sadece Cenab-ı Hakk’a sığınılması belirtilir bu sureler ile. Hz. Muhammed @ Mekke müşrik elitlerinin kendilerine reva görecekleri her türlü baskı, zulüm, entrika, şiddet, korkutma ve kötülük karşısında yapılabilecek tek şey sadece ve sadece O’na sığınmaktır. Bu sığınma müminlerin psikolojilerini sağlam tutar. Ama daha da önemlisi bu sureler ile verilen daha büyük bir psikolojik destek vardır ki o da Hz. Muhammed @ taraftarlarına verdiği özgüven ve bu özgüvenin dışa vurumu için ihtiyaç duyulan sloganik söylemdir. Bu sureler ile Hz. Muhammed @ taraftarları Mekke müşrik yöneticilerine adeta şöyle bir söylemle karşı dururlar; “Ey Mekke’nin Müşrik Elitleri! Sizlerden korkmuyoruz! Sizin yapacağınız baskı, zulüm ve şiddetten korkmuyoruz. Sizin işkence, baskı ve terör zulümleriniz varsa, bizim de Allah’ımız var! Biz O’na sığınıyoruz! Sizin Entrikalarınıza, şantajlarınıza, psikolojik harekâtlarınıza, tehditlerinize, hile ve pusularınıza aldırış etmiyoruz. Çünkü sizin bu kötülüklerinizden bize aydınlık günleri vaat eden Allah’a sığınıyoruz. Sizin tehdit ve şantajlarınız bizi yolumuzdan döndüremez. Biz sizlerin de rabbi, sizlerin de kralı, sizlerin de ilahı olan Allah’a sığınıyoruz. Sizlerin her türlü karanlık, sinsi, büyüleyici, entrikacı ve şantajcı eylemlerinizden de çekinmiyoruz. Siz istediğinizi yapın. Bizi bunlarla korkutamazsınız. Çünkü biz size ve her şeye hükmeden Allah’a sığınıyoruz. Bizi yabancı güçlerle de korkutamazsınız. Çünkü onların da rabbi Allah’tır ve biz O’na sığınıyoruz.” “Tehdit ettiğiniz her şey, O’nun kontrolü altındadır. Sizlerin bize yapmayı planladığınız her türlü kötülük, işkence, şiddet ve sinsi tezgâhlara karşı korunmanın garantisi ve teminatı O’dur.” Bu sloganik ifadeler Mekke Müşriklerine karşı müminlerce haykırılarak onlara karşı bir direniş gösterileceği ifade edilmiştir. Rahman ve Rahim Allah adına. 1-5- De ki: “Sığınırım ben yükselen şafağın / aydınlığın Rabbine! O'nun yarattıklarının şerrinden / kötülüklerinden! Ve bastıran kapkara karanlığın şerrinden / karanlık işlerden! Karanlık işlere düşkün tüm insanların şerrinden/ kötülüklerinden! Ve kıskançlık duyduğunda kıskancın şerrinden!” (Felak Suresi 1-5) Rahman ve Rahim Allah adına. 1-6-Deki: “Sığınırım ben insanların Rabbine, insanların hükümdarına, insanların ilâhına! Sinsice kalplere vesvese / korku veren hannasın / medyanın / şantajcının şerrinden! O hannas ki / medya ki / şantajcı ki cinlerden / ecnebilerden / yabancılardan ve insanlardandır / yerlilerdendir. (Nas Suresi 1-6) 4.1. Şirk Paradigmasının Sorgulanması ve Tevhit Paradigmasının Sunulması Mekke müşrik ileri gelenlerinin kötü karakterleri öylesine deşifre edilmiştir ki onları müminlere karşı şiddet kullanmaya doğru bir yönelime sevk etmiştir. Fakat onların başvurdukları şiddet eylemleri Mekke halkı genelinde, Hz. Muhammed’in @ teklif ettiği tevhidi dünya görüşünün doğruluğu yönünde bir kanı oluşturmuştur. Artık kişisel karakterlerin tartışılmasından çok, ilkelerin özellikle de teklif edilen tevhidi dünya görüşünün detaylı olarak ortaya konması ve şirk sisteminin dayandığı temellerin sorgulanması aşamasına gelinmiştir. Zira her sistem mutlaka bir ilkeye / bir paradigmaya dayanır ve onun ekseninde sistem oluşur. Bu nedenle tüm insanlığın bunalım, kriz, acı ve ızdırabının reçetesi olan ve insanlığa barışı, esenliği, birlik ve beraberliği getirecek olan tevhid ilkesi / paradigması Mekkelilerin zihnine kazınmalıydı. Diğer taraftan da onların yaşadıkları acıların, bunalım ve krizlerin, zulüm ve adaletsizliklerin sebebinin şirk ilkeleri ve sistemi olduğu ortaya konmalıydı. Cenab-ı Hak bu amaçla hem kendini tanıtan hem de bu tanıtıma referansla insanların kendi hayatlarında kuracakları tevhidi dünya görüşünün paradigmalarını çok özlü ifadelerle anlatan ihlas suresini Hz. Muhammed @ a vahyetti. İhlas Suresinde, Cenab-ı Hak kendini tanıtırken, kendi hakkındaki yanlış tasavvurları düzeltmekte ve onların yerine doğrusunu dikte ettirmektedir. Surenin ilk ayetinde “O Allah ki eşsiz ve benzersiz, yeganedir.” denilerek şirk düşüncesinin temelindeki O’na denk ya da daha aşağı mertebelerde de olsa benzerlik atfetmenin yanlışlığı ifade edilmiş olur. Ne yerlerde ne de göklerde O’nun cinsinden, benzerinden bir varlık yoktur. O, parçalanmaz, bölünmez, eşsiz, çocuksuz, ortaksızdır. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve her şey O’na muhtaçtır. O’nun ne oğlu / oğulları vardır, ne de kızı / kızları vardır. O doğurmamıştır. O kendi sıfatlarında ve karakterlerinde kendine benzer çocuklar üretmemiştir. / yaratmamıştır. Ayrıca O yine kendi sıfat ve karakterlerine haiz başka bir ilahın ürettiği ya da doğurduğu da değildir. Dolayısıyla O, hiçbir ilahın çocuğu olmadığı gibi hiçbir ilahın babası ya da annesi de değildir. Batında ve zahirde olan hiçbir şey kendisinden türetilmemiş veya ürememiştir. Bu kapsama ruh, cisim, ilim, malum, irade, murad, fiil, meful, mana, suret vb. her şey girer. O’nun haricindeki hiçbir şey asla O’nun benzeri ve dengi değildir. Yani ne kadar mükemmel ve üstün özelliklerle yaratılmış olursa olsun hiçbir mahluk O’nun gibi olamaz ve O’nun gibi ya da daha aşağıda olsa O’nun benzeri olarak addedilemez. Çünkü O, yarattıklarından hiçbir şeye benzemez. Bundan dolayı bütün kâinat, bütün âlemler ve içindekiler, yani gökler ve yer, afak ve enfüs, ruh ve cisim, madde ve suret, mekân ve zaman, kürsî ve arş, dünya ve ahiret O'na benzer veya denk değildir. İhlas Suresinde yer alan paradigmanın sosyal hayata izdüşümü ise ne Allah’ın kızları olarak telakki edilen melekleri sembolize eden Lat, Menat ve Uzza gibi putlar ne de bizzat meleklerin kendileri ilah olamazlar. Hz. İsa, Hz. Meryem, Hz. Uzeyr veya Allah’ın ruhundan üflediği / ruh verdiği / can verdiği herhangi bir varlık ilah olamaz. Allah’ın oğlu, kızı, yakın akrabası olamaz. Şirk temel paradigmasına dayalı sosyal ve siyasal dünya görüşleri de batıl ve yanlıştır. Şirk düşüncesinde insanlar Allah’ı birincil ilah olarak kabul ederler O’nun oğlu, kızı, yakın akrabası ya da O’na yakın olan birtakım otoriteleri ise ikincil ilahlar olduğunu iddia ederler. İkincil sözde ilahların birincil ilah olan Allah’ın yanında hatırları kırılamayacak kadar sevgili ve yakın olduklarına inanılır. Bu ikincil ilahlar gaybi alemde olduklarına ve maddi olarak değil ruhlar aleminde yaşadıklarına ama maddi alemde tasarruf ettiklerine inanılır. Onların yeryüzünde sembol, put, heykel ve yaşayan insanlar tarafından temsil edildiklerine iman edilir. Halka bunlar benimsetildikten sonra artık sistemin işleyişi oldukça kolaydır. Halka Allah indinde hatırı asla reddedilmeyecek ya da haşa Allah’ı kafalayıp O’nu razı edebilecek ikincil ilahların razı edilmesi için onların yeryüzündeki temsilcilerini hoşnut etmek gerektiği kanaati enjekte edilir. Böylece toplumsal yaşamda işlerinin olması ve ihtiyaçlarının görülmesi için halkın taleplerini / dualarını doğrudan Cenab-ı Hakk’a yapmak yerine ikincil ilahların yeryüzündeki temsilcilerine yapması istenir. Ayrıca bu taleplerin yerine getirilmesi ve ihtiyaçlarının görülmesi için ikincil ilahların yeryüzündeki temsilcilerinin memnun edilmesi gerekmektedir. Diğer taraftan toplumsal düzenleme ve yasamalar ikincil ilahların yeryüzündeki bu temsilcileri tarafından yapıldığından halk, kendi zararlarına bile olsa bu düzenlemelere seslerini çıkarmazlar, itiraz etmezler. Şayet böyle bir girişimde bulunulacak olurlarsa bu girişim, Allah’ın ortaklarının hışmına uğramak, onların hoşnutsuzluğunu üzerlerine çekmek demek olacağından itiraz eden için hem dünyadaki işlerin ters gitmesi hem de gelecekteki, ahiretteki gazaba uğramak veya şefaatinden mahrum olmak anlamına gelir. Cenab-ı Hak, şirk paradigmasının yanlış olduğunu, gerçekle uzaktan yakından hiçbir ilişkisi olmadığını bizzat kendisini tanıtarak yapar. Kendisinin asla eşi, benzeri ya da kendisinden daha aşağı olan ikincil ilah ve ortaklarının olmadığını deklere ederek, kendisinin eşsiz, yegâne olduğunu bildirir. Dolayısıyla yeryüzündeki bir kız evladının babasına veya kadının kocasına naz yaparak istediğini kolayca elde etmesine benzer bir ilişkinin kozmik tasarımda olduğuna dayanan şirk düşüncesinin batıl olduğunu anlatır. Yani Allah’ın kızları olarak iddia edilen melekler ile ikna edilmesine dayanan şirk modeli asla doğru değildir. Bu nedenle Allah’ın kızları olarak inanılan meleklerin yeryüzündeki temsilcisi Lat, Menat ve Uzza gibi semboller ve onların temsilcileri de uydurma ve halkı kandırmacadan ibarettir. Dolayısıyla uydurma olan ve asla hiçbir kutsallığı olmayan yaratılmışlara kutsallık atfedilmesi, onlar adına yasa ve düzenleme yapılması ve toplumun onlar adına yönetilmesi sahtekarlıktır, halka zulümdür. Allah’ın eşsiz, benzersiz, yegâne ve tek olması nedeniyle O’nun kullarının da bu birliğe, bu eşsizliğe katılması gerekir ve toplumda birlik ve beraberliği bozan ırk, sınıf, etnik, bölge, cins, dil vb. ayrılıklara müsaade edilmemelidir. Oluşturulacak tevhit toplumu eşsiz olacak, bu birliğe katılmayanların gıpta ile baktıkları bir toplum olacaktır. Böyle bir tevhit toplumu hiçbir etnik gruba, cinse, ırka, sınıfa, kabileye dayanmayacaktır Tevhit toplumu parçalanamaz, bölünemez bir bütündür / bir birliktir. Tevhit toplumu içerisindeki farklı topluluklar birbirlerini tanıyacaklardır. Zira toplumların farklı oluşu Allah’ın bir ayeti olup asla tevhidi bozucu bir ayrılık / seçkinlik olarak görülemez. Tevhit toplumunda insanların işleri Allah’ın koyduğu kanunlar (tabii, fıtri kanunlar) çerçevesinde kendilerince ve hesap verilebilirlik esasına göre yürütülecektir. Allah eşsiz ve benzersiz olduğu için kimse O’nun eşi, oğlu, kızı, velisi, dostu, yakını, vekili vb. uydurma kutsal ortakları adına insanları yönetemez. Bu nedenle tevhit toplumunda halk kandırılmayacak, kimse kendini O’nun ortakları namına hareket ettiğini iddia edemeyecek ve kimse kendini yönetimde sorumsuz, sorgulanamaz, hesap vermez ve kutsal göremeyecektir. Tevhit toplumunda yönetim seçkincilik, ayrımcılık, elit ve kutsal sınıf üzerine değil, “ihlas” üzerine kurulu olacaktır. İhlas Suresi Rahman ve Rahim Allah adına 1-4- O, Allah’tır; eşsiz-benzersiz yeganedir, tektir. Allah Samed’dir, O, doğurmamış ve doğmamıştır. Ve hiçbir şey O’na asla denk ve benzer değildir. (İhlas 1-4) 4.2. Hz. Muhammed’in @ Tarihi Garanik Mitingi / Garanik Salatı Cenab-ı Hak gönderdiği peş peşe sureler ile Mekke müşrik baronlarının kötü karakterlerini ortaya sermiş ve onların uzlaşma girişimi tezgahlarını boşa çıkarmıştı. Fakat son hamle ise hepsinden daha ileri giderek o zamana kadar yerleşik hale gelmiş ve asla sorgulanamayan bir konuya el atmıştı ki müşrikler açısından tahammül edilir gibi değildi. Zira “ihlas” suresi ile yapılan bu hamle ile şirkin bütün paradigmaları ayaklar altına alınıyor ve yerine tevhit paradigması ortaya konuyordu. Söz konusu sure ile şirk sisteminin halkı aldatan bir sömürü sistemi olduğunu deşifre eden Cenab-ı Hakk, yine aynı sure ile tevhit sisteminin hakka, hakikate, ihlasa ve samimiyete dayandığını ilan ettiriyordu. Müşrik elitlere göre Hz. Muhammed @ ilan ettiği “İhlas suresi” ile çok ileri gitmişti. Kendisine artık dur denilmesi gerekiyordu. Zira yıllardır atalarınca kendilerine öğretilen “Meleklerin Allah’ın kızları olduğu” inancı Hz. Muhammed @ tarafından inkâr ediliyordu ve bu inanca dayalı olarak yerleşmiş, asırlık kurum ve kuruluşların köküne kibrit suyu ekiliyordu. Bu söylemin vardığı nokta çılgınlıktı, çizmeyi aşmaktı ve haddini bilmezlikti. Kimsenin sorgulayamadığı ve bugüne kadar mutlak doğru olarak bilinen bu inanç ilkelerini inkâr etmek olsa olsa sapıklıktı, zındıklıktı. Bu yaftalamalar aslında bütün sömürücü ve halkını aldatan rejimlerin hile ve oyunlarını açığa çıkaranlara verdikleri isimlerdi. Şiddet ve saldırı oklarının Hz. Muhammed’e @ yöneltildiği bu aşamada Cenab-ı Hak, müthiş bir manevra yaparak elçisi Hz. Muhammed’i @ adeta sahneden çeken ve müşriklerin karşısına bizzat kendisine çıkaran bir söylem inzal etti. Necm Suresi ile gönderdiği söylemde müşriklerin bütün hile, oyun ve sahtekarlıklarını açığa çıkaranın Hz. Muhammed @ olmadığını söyledi. Onun sadece Kendisinden gelen bilgileri aktardığını dolayısıyla onun suçlanamayacağını, ona haddi aşma, ileri gitme, zındıklık gibi yaftalamaların haksızlık olduğunu ve onun sadece bir elçi olup, elçiye de zeval olmayacağını bildirdi. Necm Suresi öyle mesajlar içeriyordu ki bu surenin bütün Mekkelilerin toplandığı bir miting havasında ve bizzat Hz. Muhammed @ tarafından nutuk olarak okunmalıydı. Surenin verdiği mesajlar ile Mekke halkı kendi yöneticilerinin karakterlerinin kötü, uyguladıkları sistemin ve bu sistem paradigmalarının tamamen kendi aleyhlerine olduğunu anlayacak olan halk aydınlanmış olacaktı. Böylece Mekke halkı etkilenecek, Mekke Yöneticilerinin hışmından korkması nedeniyle Hz. Muhammed’in @ tarafına geçemeyecek olsa bile kendi içlerinde sorgulamalar yapacak ve onların müminlere uygulayacakları şiddetin haksızlık olduğunu bileceklerdi. Hz. Muhammed @, Mekkelilerin Kabe’de toplandıkları / salat ettikleri bir vakitte bu sureyi orada bulunan herkese bir nutuk olarak okudu. Hitabın sona ermesini takiben Mekke halkı hitabetten çok etkilendi ve Hz. Muhammed @ nutkunun sonunda onu tasdik manasına gelen secde ile salatı (namazı müteakiben kamunun sorunlarını çözme faaliyetleri için yapılan) mitingi tamamladılar. Tarihte bu salat (namazı müteakiben kamunun sorunlarını çözme faaliyetleri için yapılan) toplantıya / mitinge “Garanik” adı verildi. Hz. Muhammed’in @ tarihi Garanik mitingi / salatında yaptığı konuşmada okuduğu Necm Suresi, vahyedilen sureler ya da pasajlar gökteki yıldızlara benzetilerek onların yol göstericiliğine vurgu ile başlar ve Hz. Muhammed’in @ azmadığını, sapmadığını ve yoldan çıkmadığını ifade ettikten sonra onun teklif ettiği tevhidi dünya görüşünün kendi heva ve hevesinin, şehvetinin emrettiği şeyler olmadığı bildirilir. Böylece Mekke müşriklerinin dediği gibi ona “azdı” denebilmesi için onun kendi arzu ve heveslerine hitap eden bir sistem önermesi gerekir. Fakat onun teklif ettiği sistem ve dünya görüşü kendisinin değil sadece Mekke halkının değil tüm insanlığın çıkarlarını koruyan ilke ve paradigmalar olduğu ortaya konur. Sure devamla onun sunduğu bu dünya görüşü ve sistem önerisinin sonsuz güç sahibi Alemlerin Rabbi tarafından ona öğretilmesinden başka bir şey olmadığını da bildirir. Halbuki Mekke’deki şirk sistemi ise müşrik ileri gelenlerin kendi heva ve heveslerini tatmin etmek için kurguladıkları bir sistemdi. Bu nedenle esas azgınlar ve haddi aşanlar onlardı. Rahman, Rahim Allah Adına 1 – 5- İnmekte olan yıldıza / Kur’an’ın mesajlarına andolsun ki, Arkadaşınız (Hz. Muhammed) sapmadı, azmadı, haddi aşmadı. O (Hz. Muhammed), hevâdan (arzularına göre) konuşmaz. O(nun konuşması / okuduğu şeyler kendisine) vahyedilenden başkası değildir. Kendisine onu muazzam kuvvetlerin sahibi öğretti. (Necm Suresi: 1-5) Hz. Muhammed’in @ tarihi garanik mitinginde Mekke halkına okuduğu Necm suresinde Cenab-ı Hak onu elçi olarak neden seçtiğini de anlatır; Hz. Muhammed’in @ aklı başında, insanların dertleriyle ilgilenen, onların sorunlarını çözmeye çalışan, sorumluluk sahibi ve kendisine görev ve sorumluluk verilebilecek bir şahsiyet olması nedeniyle vahyedilmeye açık birisi olduğu vurgulanır. Güzel ahlakı / yüksek karakteri nedeniyle onun çok yüksek, onurlu bir mertebeye / çok yüksek ufuklara yükseltildiği / geniş ufuklardan bakabilen bir vizyona sahip elçiliğe seçildiği belirtilir. Bu ifadelerle zımnen Mekke müşrik ileri gelenlerinin ne kadar aşağılık, sorumsuz, halkı / insanları düşünmeyen, sadece kendi arzu ve istekleri peşinde koşan beyinsiz kişiler oldukları da ifade edilmiş olur. 6 – 7- O (Hz. Muhammed) üstün akıl sahibidir /aklı başında birisidir. O, (Hz. Muhammed) hemen doğruldu / hemen toparlandı / istiva etti / vahye açık hâle geldi! O (Hz. Muhammed), en yüksek ufka /mertebeye yükseldi. (Necm Suresi: 6-7) Cenab-ı Hak, Hz. Muhammed’i @ neden elçi seçtiğini anlatmaya şöyle devam eder; “Onun bu yüksek ahlakı ve yüksek mertebelere doğru tırmanışı devam etti ve Rabbine yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı, öyle yaklaştı ki neredeyse aralarında iki yay mesafesi kadar bir açıklık kaldı. İşte bu yakınlıktan sonra Rabbi ona bildirmek istediği şeyleri vahyetti. Yani ona vahyedilmesinin sebebi onun kendi gayret ve cehdleri ile Rabbine yaklaşma çabasıdır. O bu yolda bütün benliğini, bütün gayretlerini, ortaya koymuştur. O insanların sorunlarını çözmek için çile çekmiştir, onların dertlerini dert edinmiştir ve rabbinden bu hususta çözüm talep etmiştir. O, Mekke müşrik önderleri gibi yan gelip yatmamış, keyfini düşünmemiş ve kendi arzularını tatmin edip diğer insanlara karşı sorumsuz ve kayıtsız kalmamıştır. Bundan dolayı da Rabbi kendisine yaklaşan bu kuluna ihtiyacı olan şeyleri bildirmiş ve sıkıntılarına çözüm önerilerini vahyetmiştir. O da kendisine bildirilen bu çözüm önerileri, sistem teklifi ve paradigmalar üzerine iyice düşündükten sonra kalben mutmain olmuştur. O, Rabbinin kendisine bildirdiği bu şeyleri gönülden benimsemiştir. Çünkü bildirilen şeyler insanların sorunlarını çözebilecek cinstendir, dertlere derman olabilecek keyfiyettedir.” Kendisinin elçi seçilişinin gerekçeleri ifade edildikten sonra Mekkelilerin bu elçiye karşı çıkışlarının mantıksızlığını göstermek için Cenab-ı Hak, elçisinden Mekkelilere şu soruyu sormasını istedi; “Şimdi, bana gösterilen ve sizin tüm dertlerinize derman, hastalıklarınıza çare, sorunlarınıza çözüm olacak ve size adaleti, barışı, huzuru ve güveni getirecek olan tevhidi dünya görüşü hakkında mı benimle mücadele ediyorsunuz / tartışıyorsunuz?” 8 – 12- Sonra (Rabbine) yaklaştı derken daha da yaklaştırıldı. (O kadar ki) O’nunla arasındaki mesafe, iki yay kadar yahut daha da yakın oldu. (Allah ile Kulu arasında çok yakın bir dostluk meydana geldi.) Ve böylece (Allah), kuluna ne bildirilecekse onu vahyetti. Onun gördüğünü/ görüşünü kalbi yalanlamadı. / Gönülden benimsedi. / Yürekten inandı / Kalben mutmain oldu. Onun gördükleri / tevhidi dünya görüşü / gösterilen görüşler hakkında şimdi kendisi ile niye mücadele ediyorsunuz. / tartışıyorsunuz. (Necm Suresi:8-12) Hz. Muhammed @ garanik mitinginde yaptığı konuşmaya Necm Suresinin müteakip ayetleri ile devam eder; “Cenab-ı Hak beni öyle bir dostluğa kabul etti ki nasıl anlatsam bilemiyorum. O bana çok ama çok büyük ayetlerini gösterdi. O, bana öyle bir gelecek gösterdi ki tevhidi dünya görüşünü uygulamamız halinde gelinecek en son noktada (Sidretül Müntehada) cennet gibi bir yaşama kavuşulacaktır. İşte o zaman tüm bölgemizi / tüm ülkemizi büyük bir parlaklık / aydınlık kaplayacaktır. Bana gösterilen bu vizyon / görüş kesinlikle gerçekleşecektir. Bu vizyon şaşmaz bir gerçekliktir. Yemin olsun ki, Rabbim bana bu hususta en büyük işaretlerinden bir kısmını da göstermiştir.” 13 -18- Andolsun onu bir kez daha gördü. (O görüşünde de) en son noktada / Sidretü'l- Müntehâ indinde. Cennetül Me’va yaşanacaktır. / yaşanır. / vardır. İşte o zaman tüm bölgeyi büyük bir parlaklık kaplayacak. / Sidre'yi kaplayan kaplıyordu. / kaplayacak. (Peygamberin) bakışı /görüşü şaşmadı / şaşmaz ve O haddi aşmadı. Andolsun ki o, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü. (Necm Suresi:13-18) Hz. Muhammed’e @ bildirilen gelecek vizyonundan sonra devamı ayetlerde şirk sisteminin gelecek vizyonu sorgulanır: “İşte benim rabbim sizlere bunları vaad ediyor. Şimdi Allah’ın kızları diye size empoze edilen Lat, Menat, Uzza sizlere ne vaad ediyor? Onların ve onların temsilcileri olan Mekke müşrik ileri gelenlerinin sizlere gelecek için olumlu, güzel vaatlerini gördünüz mü? Onların sıkı sıkı sarıldıkları şirk sistemi size ne veriyor? Onlardan acı ve ıstıraptan, zulüm ve adaletsizlikten, yokluk ve mahrumiyetten, haksızlık ve hukuksuzluktan başka ne gördünüz? Bunlar sizlere mutlu bir gelecek, huzurlu bir yaşam, emniyetli bir çevre, barışçıl bir ortam sağlayabildi mi? Veya en azından onların bu hususlarda güzel şeyler vaat ettiklerine hiç şahit oldunuz mu?” Şirk sisteminin temellerini sorgulayan bu cümleleri işiten Velid bin Muğire, Ebu Cehil ve Utbe bin Rebia gibi Mekke müşriklerinin şeytanları hemen atıldılar ve “Lat, Uzza ve Menat bizim için çok yücedir, çok uludurlar ve onlar Allah’ın kızlarıdır. Allah onları çok sever ve onların hatırını asla kırmaz. Sen onlara dil uzatamazsın…” şeklinde sloganik bağrışmalarla Hz. Muhammed’in @ sözünü kestiler bu şeytanlar. Hitabetinin arasına sloganlarla giren Mekke müşrik ileri gelenlerine karşı Hz. Muhammed @ alaycı bir şekilde onların sloganik ifadelerini tekrar etti ve “Lat, Uzza ve Menat çok yüce, çok ulu ve Allah’ın kızları öyle mi? Allah onları çok sevdiği içinde onların hatırını asla kırmaz ve onların şefaatini umarsınız öyle mi?” dedi. O şeytanlarda Hz. Muhammed’e @ cevap olarak “Evet! Aynen öyle!” dediler. Bunun üzerine Hz. Muhammed @ öyle bir cevap verdi ki Mekke Müşrik Şeytanlarının suratına bu cevap tokat gibi şakladı ([1] ); “Hadi oradan! Siz kızlara değer veriyor musunuz? Tabii ki Hayır! Sizler erkekleri kızlardan üstün tutmuyor musunuz? Elbette ki erkekler sizlere göre kızlardan daha değerli. Şimdi bakın! Beğenmediğiniz kızları Rabbinize atfetmekle ahlaksızca ve aşağılık bir tavır ve davranış içerisinde olmuyor musunuz? Bunun çok aşağılık bir değerlendirme olduğunu bilmiyor musunuz? Bunun vicdanla, adaletle, insafla, doğruluk ve dürüstlükle bağdaşır bir tarafı var mı? Meleklerin Allah’ın kızları olduğu, Allah’ın onların hatırını asla kıramadığı ve bundan dolayı da O’nun kızlarını hoşnut ederek onların şefaatlerine nail olmaya çalışmanın gerektiği gibi şeylerin hakikatle uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur. Bütün bunlar sizin ve atalarınızın ileri gelenlerinin uydurduğu şeylerdir. Bu konuda hiçbir delil de yoktur. Bunlar; milleti dolandırmak, sömürmek ve nefsinizin heves ve şehvetlerini tatmin etmek amacıyla ileri gelenlerinizin uydurduğu şeylerdir. Fakat artık sizlere onların bu sömürü tezgahlarından kurtulmak için rabbimiz tarafından yol gösteren bir elçi gönderilmiş bulunmaktadır.” 19 –23- Peki Siz de gördünüz mü o Lât ve Uzza'yı? Ve üçüncü olarak da öteki Menat'ı? Size erkek O'na dişi öyle mi? Öyle ise bu çok zalimce bir taksim. Onlar hiçbir şey değil, sırf sizin ve babalarınızın taktığı (boş) isimlerdir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmedi. Onlar yalnız zanna ve nefislerin sevdasına uyuyorlar. Halbuki onlara Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir. (Necm Suresi:19-23) Hz. Muhammed @ yine aynı surenin müteakip ayetleri üzerinden nutkuna devam eder ve Mekkelilere şöyle seslenir; “Ey Mekkeliler! İnsanlar her istediğini elde edeceğini mi sanıyor da bu arzu ettiklerine sahip olmak için Meleklerin şefaatlerini ümit ediyorlar. Halbuki insanın her arzusu yerine gelmez. Zira ilk varlık âlemine geliş insanın kendi elinde olmayıp sırf Allah'ın hüküm ve iradesine bağlı olduğu gibi, dünya hayatı ve ahiret hayatı da yine O'nun hüküm ve kanunları çerçevesinde cereyan eder. Şu hâlde insanın muradına erebilmesi için yalnız kendi arzu ve hisleriyle değil, Allah'ın hüküm ve iradesine göre indirmiş olduğu delil ve hükümlere uygun hareket etmesi gerekir.” “Ayrıca, göklerde sayısız melek vardır fakat onlar isteseler bile şefaatleri hiçbir fayda sağlamaz. Zira izinsiz şefaat etmek hadleri değildir. Ancak Allah izin verdikten sonra faydalı olabilirler, destek olabilirler. O da herkes için değildir, Allah kime diler ve razı olursa onun için şefaat / yardım edilebilir. Bu nedenle eninde sonunda rızası aranacak olan mabud, melekler ya da onların yeryüzündeki temsilcileri değil, sadece Allah'tır. Bu nedenle şirkin temsilcilerine kanmayın ve ümit ettiğiniz şeylere erişmeniz için onlara kendinizi sömürttürmeyin. Ümit ettiğiniz şeylere kavuşmak için Allah’ın yaratılmışlar için koyduğu tabiat / ilahi yasalarına göre hareket edin. Böylece arzu ettiğiniz şeyleri O’ndan istemiş olursunuz. Arzuladığınız şeyleri Allah’tan dua ile isteyin. O razı olursa, tevessül ettiğiniz tabiat / ilahi yasalar çerçevesinde, sizin talep ettiğiniz hususlarda size yardım etmek için bildiğiniz ve bilemediğiniz her türlü melaikeyi devreye sokar.” 24 – 26- Yoksa her arzu ettiği şey, insanın kendisinin mi (olacak) dir? Son da ilk de (ahiret de dünya da) Allah'ındır. Göklerde nice melek var ki Allah'ın dileyip razı olduğuna izin vermeden önce onların şefaatları hiçbir işe yaramaz. (Necm Suresi 24-26) Hz. Muhammed @, şirkin temellerini sarsan konuşmasını yine Necm Suresinin devamını okuyarak sürdürür; “Ey Mekkeliler! Yaptıklarının hesabını vermeyi / ahireti düşünmeyenler sizi aldatıp, sömürerek günlerini gün etmek için şirk mekanizmasını ihdas etmişlerdir. Bu mekanizmada meleklere ve onların yeryüzündeki temsilcisi olan sembollere dişil isimler vermişler ve meleklerin Allah’ın kızları olduklarını uydurmuşlardır. Bir baba istediklerini yaptırtmak için kızları tarafından nazlanarak nasıl ayartıyorlarsa meleklerinde haşa Allah’ın öyle ayartarak, kandırarak istediklerini yaptırabilecekleri yalanını, sizlere inandırmışlardır. Dahası onların uydurdukları yalanlara göre Allah yeryüzü ve gökyüzündeki birtakım yetkilerini meleklere devretmiştir. Uydurdukları bu yalana göre, şayet insanlar melekleri hoşnut edecek olurlarsa işleri düzgün gidecek ve hayal ettikleri, arzu ettikleri şeylere kavuşabileceklerdir. Bu nedenle doğrudan Allah yerine melekleri razı etmenin gerekli olduğunu iddia ederler. Melekleri hoşnut ve razı etmek için de onların yeryüzündeki sembolleri ve temsilcileri olan putlar ve putların adına hareket eden ileri gelenlerinizi memnun etmeniz gerekmekte olduğunu sizlere inandırmışlardır. Ayrıca bu uydurma şirk sisteminin tezgahına göre; ‘İnsanların işledikleri günahlarını bağışlatma hususunda bu meleklerin işlevi son derece büyüktür. Şayet insanlar, meleklerin işbirlikçi yeryüzü ortaklarını razı edebilirlerse, işledikleri günahların Allah tarafından bağışlanmasını bu melekler çok büyük bir maharetle gerçekleştirirler. Bu nedenle hangi günahı, hangi hatayı işlersen işle ama mutlaka bağışlanmak için bu melekleri ve temsilcilerini razı edecek bir şeyler yapmalısın.’ İşte bu mekanizmayı kullanan yöneticileriniz çalışmadan, gayret göstermeden sizin kazandıklarınızı ceplerine indirirler.” “Ey Mekke halkı! İşte sömürü ve aldatma tezgâhı bu şekilde işliyor. Bunların hiçbir şekilde gerçekle ilgisi yoktur. Cenab-ı Hakk’ın evrenin işleyişinde koyduğu mekanizma asla böyle değildir. Bunlar, onların uydurmalarıdır. Allah göklerde ve yerde her şeye hakimdir. Hiçbir yetkisini, otoritesini ve işlerini kimseye devretmemiştir. Her şey O’nundur. Bu nedenle insanların iradelerini kullanarak yapacakları her türlü eylemin iyi veya kötü bir sonucu vardır. İyi iş yapanlar mutlaka mükafatını, kötü iş yapanlar da cezasını görür. Ve yine Cenab-ı Hakk’ın koyduğu kural gereği kimse çalışmadan, gayret göstermeden, ter dökmeden, risk almadan uydurma şeylerle ve insanları kandırarak kazanç sağlayamaz. Tevhidi dünya görüşünde bu tür sahtekarlıklara, haksız kazançlara, havadan para kazanmalara yer yoktur.” “Ey Mekkeliler! Şimdi bir düşünün bakalım! İleri gelenlerinizin yaptığı gibi yetimi iteceksin, yoksulu ezeceksin, her türlü vurgun, talan yapacaksın, insanları köleleştireceksin, fuhuş yaptıracaksın, onları faiz ve kumarla sömüreceksin, insanları öldüreceksin sonra da bu yaptıklarının karşılığını mükafat olarak mı alacaksın? Yoksa yıkım ve azap olarak mı alacaksın? Elbette yıkım ve azap olarak alacaksın ve bu cezalandırmadan da sizleri hiçbir melek kurtaramayacaktır. Çünkü onlar Allah’ın koyduğu yasalara göre hareket ederler sizin uydurduğunuz yalanlara göre değil. İşlediğiniz günahların sonu hüsrandır, toplumsal yıkım ve azaptır. Melekler bu cürümleri işleyenleri bu dünyadaki yıkım ve azap cezasından kurtaramayacakları gibi onları ahiretteki cezalandırmadan da kurtaramayacaktır. Bu nedenle de işlenen günahların, cürüm ve kötülüklerin bağışlanması için Meleklerin şefaati ve onların hoşnut edilmesi üzerinden yapılacak aldatmalara kanmayın ve bu yalanları kullanarak sizi sömürmek isteyen yalancılara fırsat vermeyin. Günlerini gün etmek isteyen, kısa vadeli düşünen, dünyalık elde etmekten başka bir düşünceleri olmayan ileri gelenlerinizin şirk sistemini terk edin ve onlardan yüz çevirin.” “Ey Mekke halkı! Şunu iyi bilin ki; iyi ve güzel davrananların mükafatlarını Allah daha güzeliyle verecektir. Ben sizin hayrınızı istiyorum. Önerdiğim tevhidi dünya görüşü sizleri iyiliğe, güzelliğe, hayırlara, yükselişe, barışa, adalete çağırmaktadır. Şayet işlerimizi güzel yapar ve mutluluğa, barış ve huzura giden yollara tevessül edersek, sonucunu da daha güzeliyle ve daha iyisiyle elde ederiz. Teklif ettiğim sistem ve görüşte ilerlerken elbette küçük hatalar, kusurlarımız olacaktır. Ama bunlar telafi edilebilir ve Cenab-ı Hak bunları affeder, O’nun affı geniştir. Yeter ki esas amacımız Müşrik elitlerin yaptıkları büyük günahlardan, büyük çirkinliklerden uzak durmak olsun. Zaten hiç kimse kusursuz da değildir. Bizler etten ve kemikten yaratılmışız. Rabbimiz bizi çok iyi biliyor. O, bizlerin bütün meyillerini, isteklerini, arzularını, şehvetlerini gayet iyi biliyor. Bu nedenle kendimizi temize çıkarmayalım. Ama esas amacımızı, hedefimizi de doğruluk, dürüstlük, adalet, barış, huzur, güven, şefkat, merhamet, sevgi, ihlas gibi güzellikler olarak belirleyelim ve kötülüklerden sakınmayı ana hedef olarak belirleyelim. O takdirde küçük kusurlarımız, hatalarımız yaşamımız içerisinde tolere edilecek ve araya kaynayarak affedilip gidecektir. Böylelikle şu dünya hayatımızı cennet hayatına çevirerek toplumsal yıkım ve azaptan kurtulacağız. Günahlarımızı, hata ve kusurlarımızı bağışlatmak için aracılara ihtiyacımız yoktur. Allah’ın razı olacağı bir hayatı yaşamak, O’nun istediği bir yaşamı hedeflemek ve O’nun koyduğu ilke ve yasalar çerçevesinde hareket etmek bizi kurtaracaktır. Diğer taraftan böyle hareket etmemiz bizi Ahiret hayatımızda da Cenab-ı Hakk’ın ikram ve mükafatına nail eyleyecektir.” 27 – 32- Ahirete iman etmeyenler meleklere dişilerin adlarını takıp duruyorlar. Onların bu hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez. Onun için bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir. İşte onların ilimden erişebilecekleri (son sınır) budur. Şüphesiz, Rabbin, yolundan sapanı da iyi bilir; O, hidayette olanı da iyi bilir. Göklerde ve yerde bulunanlar hep Allah'ındır. Akıbet (sonuçta) kötülük yapanları yaptıkları ile cezalandıracak, güzel davrananları da daha güzeliyle mükafatlandıracaktır. Onlar ki günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar hariç. Şüphesiz Rabbinin affı geniştir. O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz annelerinizin karınlarında bulunduğunuz sırada, sizi en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir. (Necm Suresi:27-32) Necm suresinin bu ayetleri Mekke halkı üzerinde öylesine etkili olmuştu ki orada bulunan Mekke müşrik ileri gelenleri hariç diğer halk kitlesi, şirk sistemini terk etme ve Hz. Muhammed’in @ teklif ettiği tevhidi dünya görüşünü benimseme noktasına gelmişti. Müşrik elitlerin haricindeki herkes başlarıyla, sözleriyle, hal ve hareketleriyle bu anlatılanların doğru olduğunu tasdik ederler. Rivayetlerde bu durumun Velid Bin Muğire için bile geçerli olduğu zikredilir. Hz. Muhammed’in @ bu nutku sırasında araya girip hitabı bölerek itiraz edenler, karşı cevap olarak nutuk irad edenler ve hitabetin belli yerlerinde alay edip gülenler o mitingte hazır olan Mekke müşrik ileri gelenlerden başkası değildi. Mekke halkının etkilenmeye ve Hz. Muhammed @ saflarına katılmaya meylettiğini fark eden Mekke müşrik elitleri hemen harekete geçerler ve içlerinden birisi Kabe’deki mitingin konuşma kürsüsüne geçerek halka doğru şöyle seslenir; “Ey Mekkeliler! Biz sizlerin bütün yükünü üstleniyoruz. Hz. Muhammed, sizlerin sömürüldüğünden bahsediyor ama bizler aldığımız şeyleri, sahip olduğumuz malı-mülkü yine sizlerin güvenliğini, huzurunu, geçimini sağlamak için ediniyoruz. O yüzden onun sistemini tercih etmeyin, onun safına geçmeyin, bizleri tercih etmeye devam edin sizlerin sıkıntılarınızı giderecek, ihtiyacınızı temin edecek bir miktar iyileştirmelerde bulunacağız. Ayrıca bizim şirk sistemimiz ile toplumsal krizler, yıkımlar yaşayacağımız iddia edilmektedir. Asla böyle bir kriz, böyle bir azap ve kıyamet yaşanmayacaktır. Şayet başımıza bir felaket gelecek olursa da o zaman bizler sahip olduğumuz servet ve mülkümüzle sizlerin yükünü de üstleneceğiz ve size o kıyametin / krizin acılarını, sıkıntılarını çektirmeyeceğiz. Sizin üzerinizden o yükü alacağız bundan emin olun. Onun iddia ettiği gibi bu felaket, bu kıyamet başka bir alemde yani ahirette olacak olursa o zaman da size söz veriyoruz, sizin günahlarınızı biz üstleneceğiz. Allah’a söz veriyoruz ki size kesilecek cezayı bizler üzerimize alacağız. Öyleyse Ey Mekkeliler! Tanrılarınıza sahip çıkın, şirk sisteminize sahip çıkın ve asla şirk sisteminden vazgeçmeyin!” Bunun üzerine Cenab-ı Hak hemen Hz. Muhammed’e @ cevabi ayetleri nazil etmiş ve Hz. Muhammed’in @ nutkuna (Necm suresine) vahyedilen bu ayetler ile şöyle devam etmiştir; “Ey Mekke halkı! Şimdi düşünün bakalım şu haktan, hakikatten yüz çevirenin sözlerini. Soygun ve sömürü tezgâhları açığa çıkınca, hemen sizleri kaybetmemek için rüşvet verir gibi yeni bir oyunla sizleri kendi saflarında tutmaya çalışıyorlar. Sıkışınca ustaca yeni numaralara giriştiklerini görmüyor musunuz? Sizlere biraz ekonomik rahatlık sağlayacak, biraz iyileştirme yapacaklar daha sonra o verdiklerini kat kat geri alacaklar. Yani kaşıkla verip sapıyla da gözünüzü çıkaracaklar. Bu yalan vaatlerle sizi kendi saflarında tutmayı hesap ediyorlar. Fakat geleceğin / gaybın bilgisi kendi yanlarında mı onların? Onlar hiç görmüyorlar mı? İş onlar açısından felakete gidiyor. Ayaklarının kaydığını göremiyorlar. Artık bu tür vaatler, sistemin değişimini engelleyemeyecektir. Eninde sonunda insanlar tevhidi dünya görüşüne kayacaklar ve şirk sistemi yıkılacaktır.” “Ey Mekke halkı! Yine düşünün şu itiraz edenin sözlerini. Güya bu şirk sisteminin baronları ister ekonomik ister sosyal ve isterse kozmik olsun herhangi bir kriz, bunalım ve kıyamet anında sizin yanınızda olacaklarmış ve sizlerin sıkıntılarınızı giderecek, yüklerinizi ve günahlarınızı üstlenecek ve sizleri kurtaracaklarmış. Bunlar Musa @ ve İbrahim @ peygamberlerin öğretilerinde yer alan düsturları okumadılar mı? Onlara kriz ve bunalım günlerinde, hesap günü zamanlarında hiç kimsenin başka birisine ait olan yükü çekmeyeceği, hiç kimsenin kendi sorumluluğundan başka diğer insanların sorumluğunu üstlenmeyeceğini, hiçbir günahkarın başka bir günahkarın yükünü üstlenmeyeceği bildirilmedi mi? Elbette ki bu hususları onlar gayet iyi biliyorlar. Geçmiş öğretilerden elbette ki çok iyi haberleri var ama sizi yine de çocuk kandırır gibi kandırmaya çalışıyorlar.” “Ey Mekke halkı! Yine hepiniz Musa@ ve İbrahim@ peygamberlerin öğretilerinden gayet iyi biliyorsunuz ki; Sizler için ancak ve ancak çalışmanızın, gayretlerinizin, çabalarınızın ve samimi niyetlerinizin karşılığı vardır. Ve bu çabalarınızın, gayretlerinizin karşılığını eksiksiz olarak alırsınız. Mekke müşrik baronlarının yaptığı gibi faizden, fuhuştan, sahtekarlıktan, aldatmadan, hele ki insanların masum duygularını kullanarak sömürü yoluyla kazanç sağlamak yoktur. Herkes çalışarak, ter dökerek, risk alarak kazanacaktır. Herkesin emeğinin karşılığı eksiksiz ve derhal verilmelidir. İnsanların hataları ve günahları istismar edilerek kazanç elde edilemez.” “Ey Mekke halkı! Kimse kimsenin işlediğinin bedelini üstlenemez. Bu kural ister uhrevi olsun ister dünyevi olsun, değişmez. Tevhidi dünya görüşünde bu kural geçerlidir. Suçun şahsiliği esastır. Kimse kimsenin suçunu yüklenemez. Bir kimsenin yaptığı suçu başkasına yükleyemezsiniz. Sırf paranız, servetiniz, asaletiniz var diye işlediğiniz suç ve günahları mal ve servetinizi kullanarak başkalarına yükleyemezsiniz. Şunu iyi bilin ki bütün işlerin sonu Rabbimize dönecektir. Bu dünyadaki gidişatın sonu da Rabbimizin sistemine doğru gidiştir. Bu zulüm düzeni böyle devam edemez. Eninde sonunda bu zalim düzen yıkılacak ve yerine adalet, hak, barış ve huzur düzeni olan tevhidi dünya görüşü hâkim olacaktır. Kozmik kıyametin sonunda da tüm insanlar Rablerine dönecekler ve yaptıklarından dolayı hesap vereceklerdir.” “Ey Mekke halkı! Musa@ ve İbrahim’in@ öğretilerinden de bildiğiniz gibi Allah, her şeyimize hakimdir. Hayatımızda yaşadığımız her türlü olay, O’nun koyduğu kurallar çerçevesinde cereyan eder. O’nun yasaları çerçevesinde ölürüz, doğarız, yaratılırız, büyürüz, mal-mülk ve servet ediniriz. Yine O’nun yasaları çerçevesinde ölen toplumlarımız tekrar dirilir. O’nun yasaları çerçevesinde güleriz ya da ağlarız. Her şeye O hakimdir. Her şeye O hükmünü koymuştur. Her şey O’nun hükmü ve iradesi çerçevesinde meydana gelir. Sonuç olarak hayatımızda cereyan eden her şey, O’nun yasaları çerçevesinde ve O’nun izni ve yaratması ile gerçekleşmektedir. Bu nedenle Allah’ın kızları olarak inandığınız meleklerin bizim yaşamımızdaki etkileri de Allah’ın yaratması ve O’nun izni ile mümkün olmaktadır. Kimse O’na herhangi bir etkide bulunamaz ve kimse O’nun işlerine müdahale edemez ve kimse O’nun yetkilerini üstlenemez. Böyle bir iddiada bulunamaz.” 33 -49- Şimdi gördün mü O yüz çevireni? Azıcık verip (sonra vermemekte) direneni? / Kaşıkla verip sapıyla gözünü çıkaranı. Gaybın bilgisi kendi yanındadır da o mu görüyor? Yoksa haber verilmedi mi Musa'nın sahifelerinde yazılı olanlar? Ve çok vefakâr olan İbrahim'in sahifelerindekiler? Ki hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez. Doğrusu insana çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da yakında görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir. Ve şüphesiz en son varış, Rabbinedir. Doğrusu güldüren de ağlatan da O'dur. Öldüren de dirilten de O'dur. Şüphesiz erkeği, dişiyi iki eş yaratan O’dur, atıldığı zaman bir nutfeden. Şüphesiz tekrar diriltmek de O'na aittir. Şüphesiz zengin eden de sermaye veren de O'dur. Doğrusu Şi'rânın Rabbi de O'dur. (Necm Suresi 33-49) Cenab-ı Hak, Hz. Muhammed’e @ Necm suresini inzal etmeye devam eder ve O da nazil olan ayetleri Ka’be’deki kalabalığa okuyarak nutkunu sürdürür; “Ey Mekke halkı! Yine Musa@ ve İbrahim’in@ öğretilerinden gayet iyi biliyorsunuz ki biraz önce söylediğim gibi şayet insanlara çalıştıklarının, emeklerinin karşılığını vermezseniz, insanları aldatarak ellerinde avuçlarında olanları da almaya kalkarsanız, işlediğiniz suçu başkalarına yüklemeye kalkarsanız, insanların masum duygularını kullanarak onları sömürmeye kalkarsanız, tüm işleriniz hile, entrika ve soygun üzerine olursa, yönetimi adalet yerine zulüm üzerine kurarsanız Ad, Semud, Nuh gibi geçmiş kavimlerin başına gelenler sizlerin de başına gelir. Bunlar nasıl ki Musa@ ve İbrahim’in@ öğretilerinde bildiriliyorsa şimdi bana gelen vahiyle de ben sizi uyarıyorum. Geçmiş kavimlerin yaptıkları gibi zulüm ve azgınlığınıza devam edecek olursanız onların uğradıkları akıbete hazır olun!” 50 – 56- O, helak etti önce gelen Âd’ı. Ve Semûd'u da bırakmadı. Önceden de Nuh kavmini (helak etmişti), çünkü onlar zulmetmiş ve azmıştı. Onların şehirlerini devirip yıktı ve altını üstüne getirdi. Onları neler kapladı neler! O halde Rabbinin hangi nimetinden kuşku duyuyorsun. Bu da (Hz. Muhammed) ilk (önceki) uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır. (Necm Suresi 50-56) Hz. Muhammed @ hitabetinde bu uyarıları yaparken halkın etkilendiğini gören Mekke’nin ileri gelenleri uyarılarla ilgili alaylı ve hayret etmiş rolleri yaptılar ve kendi aralarında gülüşme, alay etme ve kahkahalar attılar. Ve “hadi bakalım ne zamanmış bu yıkım, bu azap getir de görelim” şeklindeki sözleriyle Hz. Muhammed @ ile dalga geçtiler. Böylece nutkun halk üzerindeki etkisini kırmak istediler. Cenab-ı Hak, Hz. Muhammed @ vahyetmeye devam etti ve O’da vahyedilenleri okuyarak nutkunu sürdürdü; “Ey Mekke elitleri! Bakın süre azalıyor, kötü akıbete doğru hızla yaklaşıyorsunuz. O kötü akıbetin ne zaman olacağını ben bilemem. O’nu ancak Allah bilir. Fakat bundan kaçış yoktur. Şimdi siz bu sözlere mi şaşıyorsunuz. Hele bir bakın bakalım şu halinize. Sizler ağlanacak halinize gülüyorsunuz. Bir de tutmuş bu söylediğim şeyler sanki yanlış şeylermiş gibi Allah’a kafa tutuyorsunuz. Gelin, bırakın bu yanlış tutum ve davranışlarınızı, inadı bırakın ve terk edin şu şirk sistemini ve Tevhidi dünya görüşüne gelin. Sadece Allah’a boyun eğelim, sadece O’na kulluk edelim. Diğer ilahları bırakalım. Birlik ve beraberliğimizi sağlayalım.” 57 – 62-Yaklaşan yaklaştı. / Bakın süre azalıyor / Kötü akibete doğru yaklaşıyorsunuz. Onu Allah'tan başka açığa çıkaracak yoktur. / o kötü akıbet saatinin ne zaman ve nasıl olacağını ancak Allah bilir. Şimdi siz bu sözden mi hayret ediyorsunuz? Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz? Ve siz mi kafa tutuyorsunuz ey gafiller? Haydi Allah için secdeye kapanın ve O'na kulluk edin. (Necm Suresi 57-62) Mekke elitleri hariç diğer halk kitlesi bu nutuk karşısında öylesine etkilendiler ki nutkun sonunda söylenenleri tasdik manasına secdeye vardıkları rivayet edilmektedir. Bu sure onların ezberlerini bozdu, zihinleri alt üst oldu. Mesajın haklılığını, doğruluğunu gördüler. Hz. Muhammed’in @ safına geçmeyi düşündüler. Mekke’nin müşrik elitleri ile tartıştılar. Müşrik elitler telaşlandılar. Halkı bu etkiden kurtarmayı istiyorlardı. İman edenlere şiddet uygulayarak halkın geri kalan kısmının iman etmesine engel olmayı arzu ettiler. Ama bu nutuk üzerine şiddet politikasına hemen geçecek olurlarsa yanlış yapmış olacaklardı. O yüzden önce bu nutkun etkisini sıfırlamak daha sonra da şiddete başvurmak daha akıllı bir politika olurdu. Böylece Mekke müşrik önderleri Hz. Muhammed’in @ Necm Suresi ile yaptığı nutkun etkisini azaltmak için Mekke halkına şu mesajları vermenin yerinde olacağını düşündüler; “Bu şirk sistemi sadece bizimle yani Mekkelilerle ilgili değil. Bütün Arap kabilelerinin kabul ettiği ve uyguladığı bir sistem. Ve bu sistemden diğer kabilelerin bir şikâyeti yok. Hatta Arap kabilelerin ileri gelenleri bu sistemden ziyadesiyle de memnunlar. Mekkeliler olarak bizim şirk sisteminden vazgeçmemiz demek bütün Mekke dışı Arap kabilelerin hışmını ve düşmanlığını çekmemiz demektir. Bu kabileler bizim üzerimize gelecek olurlarsa onlara karşı durmamız mümkün olamaz ve onlar bizi Mekke’den sürüp çıkarırlar. Eğer çıkaramazlarsa ticaretimize engel olurlar, ticari kervanlarımıza saldırırlar veya haccı boykot ederler. Bu durumda bizler perişan oluruz. Bu nedenle şirk sistemi rejiminden asla vazgeçemeyiz. Diyelim ki Arap kabilelerinin önümüze çıkaracağı engelleri aştık ve tevhidi dünya görüşünün önerdiği sisteme geçtik ve bölgede güçlü bir devlet haline geldik. O takdirde de bizler İran, Mısır ya da Bizans imparatorluklarını karşımızda bulacağız. Bizim onlarla baş etmemiz mümkün değil. Onlar bizi bir kaşık suda boğarlar. O nedenle bizleri bu şirk sisteminin ön gördüğü küçük, zayıf, güçsüz, etkisiz, atomize şehir devletçikleri olarak görmeleri bizim hayatiyetimiz açısından daha önemli. Küçük olsun ama bizim olsun. Süper güçleri uyandırmamak lazım. Aksi takdirde bu süper güç imparatorluklarla yaptığımız anlaşmalar sonucu sahip olduğumuz ticari imtiyazlarımızı, güvenlik ve barış anlaşmalarımızı da kaybederiz.” Müşrik elitlerin bu düşüncelerle Mekke halkına yaptıkları propaganda etkisini gösterir ve Mekke halkı mitingdeki nutkun tesirinden kurtularak Hz. Muhammed’in @ safında yer almakta tereddütlü hale gelir. Mekke halkı bir taraftan Hz. Muhammed’in @ haklı olduğunu biliyor fakat diğer taraftan daha kötü sonuçlarla karşılaşmaktan korktuğu için halihazırda içinde bulundukları kötülükleri ehveni şer olarak kabul edip saflarını değiştiremiyorlardı. Yani Mekke müşrik elitleri halka ölümü gösterip sıtmaya razı ediyorlardı. Halkın tekrar tereddütlü hale geldiği konu hakkında Cenab-ı Hak, elçisi Hz. Muhammed’e @ Fil Suresi ve Kureyş Suresini vahyederek, halka müşrik baronlara kanmamaları gerektiğini, işin hiç de öyle olmadığı, tam tersine tevhit olunduğu zaman neleri başardıkları ve şu andaki güvenli ticaretlerinin bile bu tevhit sayesinde olduğuna ilişkin mesajlarını gönderdi. 4.3. Fil Olayının Kısa Tarihçesi; Bu olay, Hz. Muhammed’in @ doğduğu yıl olan MS 571 yılına tekabül etmektedir. Habeş kralı adına Yemen'i ele geçiren bölgenin valisi Ebrehe, Arap yarımadası ve Kızıldenizdeki ticareti kontrolü altına almak idealindeydi. Bu konuda hem Habeşistan hem de Bizans’ın desteğini almıştı. Ayrıca Mekke merkezli ticarî faaliyetleri ve Hac ibadetini kendi bölgesine kaydırmak arzusundaydı. Zira Doğu – Batı ve Kuzey-Güney eksenindeki karasal ticarette aslan payını Mekkeliler / Kureyşliler almaktaydı. Ebrehe bu arzusunu gerçekleştirmek için Mekke'deki Kâbe’ye rakip, Yemen'in başkenti San'a'da çok büyük bir kilise yaptırdı. Şimdi bir bahaneyle Kabe’yi yıkıp, kendi yaptırdığı mabedi / kiliseyi bütün yarımada Araplarının hac / ziyaret merkezi ve dolayısıyla San’a’yı da Mekke’nin yerine ikame edeceği ticari bir merkez yapmayı planladı. Plan Kabe’nin yıkılması ve Arapların Hristiyanlaştırarak tüm Arap yarımadasını Roma blokuna dahil edilmesini öngörüyordu. Planı uygulamak için kendi yaptırdığı kiliseye güya Mekkeli bir Arabın yaptığı sabotajı ([2] ) gerekçe göstererek Kabe’yi ve Mekke’yi yok etmek için 60.000 asker ve 13 filden oluşan ordusuyla, Mekke'ye doğru yola çıktı. Yol boyunca bölgedeki Arap kabileleri çok cılız mukavemet gösterebildirler. Tehlike geliyordu ve böylesine muazzam ve ağır silahlarla teçhiz edilmiş bir orduyu durdurmak için Kureyş’in gücü yetmeyeceğinden Abdülmuttalibin aklına tevhit olma fikri geldi. O, Arap yarımadasındaki bütün kabileleri Kabe’yi savunmaya davet etti. Bu davetini herkesin kendi kabilesine ait putlarını, kırmızı çizgilerini, kutsallarını koruması için değil Allah’ın evi Kabe’yi korumak için tevhit olunmak üzere yaptı. Kabilelerin bir kısmı bu çağrıya kuşlar gibi uçarcasına gelip icabet ettiler. Ebrehe’nin ordusu, Mekke yakınlarına kadar geldi. Mekkeliler ve Abdulmuttalibin çağrısına uyarak Kabe’yi savunmaya gelen kabilelerin sayısı ve silah gücü, Ebrehe’nin düzenli ve güçlü ordusunun karşısına çıkabilecek yeterli güce sahip değildi. Bu nedenle onlara karşı doğrudan savaşmak akıllıca olmadığından Abdulmuttalib’in önerisi ile Mekke boşaltılacak, aileler dağlara sığınacak, savaşçılar ise Ebrehe’nin ordusunun geçeceği geçitleri tutarak düşman ordusunun üzerine taşlar atmak suretiyle mukavemet gösterecekti. Düşman ordusunun en önemli silah gücünü oluşturan fillerin yürümelerine engel olmak için de sert zeminli geçiş yollarına sert ve sivri volkanik çakıl taşları serilecekti. Böylece fillerin ayaklarına batan çakıl taşları fillerin ilerlemesine engel olacaktı. Düşman ordusu bu çakıl taşlarını temizlemeye çalışırken yeni çakıl taşları dağ geçitlerinin yamaçlardan tekrar atılacaktı. Ebrehe’nin askerleri de atılan bu taşlardan nasibini alacaktı. Mekke’yi savunmak için bir araya gelmiş Araplar, Ebrehe’nin ordusunu dar geçitlerde kıstırıp taş ve ok yağmuruna tuttular. Yağmur gibi gelen taşlar karşısında filler ürktüğü gibi atılan ufak çakıllı sert taşların ayaklarına batması sonucunda ilerleyemediler ve geri dönüp kendi ordusunun üzerine yürüdüler. Mekkeliler ve yardıma gelmiş Arap kabilelerinin bu direnişlerinin altmış bin kişilik Ebrehe’nin ordusunu durdurması elbette mümkün değildi. Ancak Mekkelilerin şirki bırakıp Allah için tevhit olmaları ve direniş sırasında sadece Allah’a yönelmeleri, O’nun merhametini ve yardımını celbetti. Cenab-ı Hak, kendisine yönelen Abdulmuttalip ve Mekkelilerin dualarına icabet etti ve fırtınaları gönderdi. Hem de öyle şiddetli bir fırtına ki taşları yerinden söküp dağlardan aşağıya Ebrehenin ordusunun üzerine fırlatıyordu. Mekkeliler ise bu fırtınada dağlara çıktıkları ve fırtına başladığından hemen kuytu yerlere sığındıkları için zarar görmediler. Ama Ebrehenin ordusu vadide perişan oldu. Önemli komutanları isabet eden taşlar yüzünden öldü. Ordunun düzeni bozuldu. Komuta kademesi orduyu toparlayamadı ve ordu dağıldı. Fırtınadan yaralı olarak kurtulanlar Yemen’in yolunu tuttular. Ölenleri ise çöl akbabaları parçalamaya başladılar. Kabe’nin Rabbi için bir araya gelip tevhit olan ve direnen Mekkelilere Cenab-ı Hak yardım elini uzatmış ve gönderdiği fırtına ile Ebrehe’nin o muazzam ordusunu perişan etmişti. Düşman ordusunun ölülerinin cesetlerini çöl akbabaları ve diğer kuşlar didikleyerek parça parça ederek yediler. Öyle ki cesetlerin parçalanan etleri bu kuşlarca volkanik taşlar üzerinden saçıp savrularak yenildi ve sonunda bu cesetler yenilmiş, biçilmiş ekin gibi sadece iskeletleri kaldı. Böylece adaletin, hikmetin, barışın, kardeşliğin ve faziletin merkezi olsun diye kurulan Kabe’nin Ebrehe tarafından yıkılmasına, Cenab-ı Hak müsaade etmedi. O’nun adına tevhit olan Arap kabilelerine, Cenab-ı Hak yardımını esirgemedi. İşte Mekke müşriklerinin “şirki terk edersek diğer kabileler bizi burada yaşatmaz, bizi buradan sürüp çıkarır” diye menfi propaganda yapmalarının yalan olduğunun ve tam tersine Mekke’de varoluşun yegâne sebebinin ilahi ilkeler olduğunu göstermek için Cenab-ı Hak, Fil Suresi ile tarihteki bu meşhur fil olayını hatırlattı. Arkasından da yine mevcut imtiyazlı ve dokunulmaz olarak rahat bir şekilde ticaret yapılabiliyorsa onun da yine fil olayından sonra kazanıldığını, Kureyş Suresi ile anlatarak müşriklerin yalanlarını yüzlerine çarptı. Fil Suresinin ilk ayetlerinde Ebrehe’nin fil ordusunun nasıl bozguna uğratıldığına işaret edildi. Tevhid olmuş Arap kabilelerinin birlik olup tek bir liderlik etrafında organize hareket ettikleri ve Allah’a sığındıkları için Cenab-ı Hakk’ın gönderdiği mucizevi yardımlar sonucunda 60.000 kişilik fil ordusunun nasıl hezimete uğratıldığı anlatıldı. Rahman ve Rahim Allah Adına. 1- 2- Görmedin mi / bildiğin gibi nasıl etti Rabbin Ashâb-ı File! Başlarına geçirmedi mi tuzaklarını / Saldırılarını hezimete uğratmadı mı? (Fil Suresi 1-2) Müteakip ayetlerde ise Ebrehe’nin ordusundan ölen askerlerin cesetlerinin çöl akbabaları gibi kuşlarca nasıl parçalandığı ve cesetlere ait etlerin, bağırsakların vb. organların volkanik taşlara çarpa çarpa yenildiği anlatıldı. 3-4-Onların üzerlerine sıra halinde (öbek, öbek / sıra sıra / arka arkaya) peşpeşe uçanları göndermedi mi? Onları taşların üzerine saçıp savurup atıyorlardı. (Fil Suresi 3-4) Sonunda Allah’ın evini yıkmaya çalışanların cesetlerinden sadece iskeletleri kalmış ve biçilmiş ekin tarlasına dönmüşlerdi. İşte tevhit olununca ve Allah’a sığınınca Allah’ın inayeti ve yardımı ile kimsenin bir şey yapamayacağı böylece vurgulandı. 5- Sonunda onları yenilmiş (delik deşik edilmiş) yapraklara benzetti. / Ve böylece onları yenmiş ekin gibi perişan etmişti. / Sonunda onları yenilmiş ekin gibi paramparça yaptı. (Fil Suresi 5) Mekkeli müşrik ileri gelenlerin halkı kandırma girişimleri Fil suresi ile boşa çıkarılınca onların şirk sisteminin terk edilmesi halinde halihazırdaki ticaretlerini kaybedecekleri, Arap kabilelerinin kendilerine düşman olacakları savı ile ticaretlerine mâni olacakları iddialarının da boş ve dayanaksız olduğunu hatta halihazırdaki ticaretlerindeki rahatlığı fil olayı ile elde ettikleri imtiyazlı barış ve güvenlik sözleşmelerine borçlu olduklarını anlatmak için Kureyş Suresi inzal olur. Bu sure ile Mekke halkına şunlar anlatılmak istenir; “Ey Mekkeliler! Sizin şu anda kuzeye, güneye, doğuya ve batıya güvenlik içerisinde yaptığınız ticari seferlerinizin imtiyaz sözleşmeleri, güvenlik ve barış sözleşmeleriniz, sizin diğer Arap kabileleri nezdindeki itibarınız, imtiyazlarınız, güvenlik ve barış sözleşmeleriniz, Allah’ın evi Kabe’nin kuruluş mentalitesinden dolayı mı geliyor yoksa şirk sisteminin ilke ve usullerinden mi geliyor? Yani sizin bu ticaret ve ayrıcalıklarınızın kaynağı Hz. İbrahim döneminde kurulan ve temelinde insanlara takvayı, iyiliği, doğruluğu, şefkat, merhamet, sevgi ve kardeşlik gibi ilahi öğretilerin insanlara öğretildiği bir merkez ve sizlerin de bu merkezin halkı olması değil midir? Yani insanların size olan ülfeti, sizlerin Allah’ın öğretilerine, Allah’ın evine hizmet etmeniz değil midir? Elbetteki bu imtiyazlı konumunuzun ve diğer Araplara göre ayrıcalıklı, her türlü nimetin aktığı ve her türlü korunmanın sağlanmasının sebebi Kabe’dir, Allah’ın size verdiği öğretilerdir ve Fil olayında diğer ilahları bırakıp yalnızca Allah’ın ismi etrafında tevhit olmanızdır. Bu sebeple Arap kabileleri nezdinde “ehlullah” oldunuz. O halde şirk baronlarının yalan propagandalarına kanmayın ve Kabe’nin Rabbine kulluk edin ve bunun içinde gelin tevhidi dünya görüşünü destekleyin.” Rahman ve Rahim Allah Adına 1-4-Kureyş’in İlaf / imtiyazlı güvenlik ve iş birliği anlaşmaları sayesinde, yaz ve kış bütün yıl boyunca yaptıkları ticari seferlerini güvenlikli, emniyetli ve rahat olmalarını sağladığı için, Evet bu sebeple, bu Beytin (Kabe'nin) Rabbı'na ibâdet etsinler. O Rab ki, böylece onları doyurdu ve korkudan onların güvenliğini sağladı. (Kureyş Suresi: 1-4) Kureyş sûresi konu ve anlam bakımından bir önceki Fil sûresinin devamı gibidir. Fil sûresinde Kureyşliler'in Ebrehe ordusunun saldırısından nasıl korunduğu anlatılırken bu sûrede Kureyş'e verilen nimetler, güven ve refah dile getirilmektedir. Sûrede Kureyş adına yer verilmiş olması Hz. Muhammed’in@ ve ilk müslümanların bu kabileye mensup olmalarının yanı sıra Kâbe’nin bakımı, Kâbe ve hac işlerinin yönetimi, hacılara su ve yemek dağıtımı gibi hizmetlerin yine bu kabile tarafından yerine getirilmiş olmasıyla bağlantılıdır. Sûrenin başında Allah'ın Kureyşliler'i yaz ve kış yolculuklarına alıştırdığı ifade edilir. Kelimenin dostluk anlamı dikkate alındığında burada hem Kureyş'in kendi içindeki güven ve kaynaşmaya hem de komşu topluluklarla aralarındaki dostluğa dikkat çekildiği anlaşılır. Tefsirlerde, bu âyetlerde sözü edilen yolculuklarla Kureyşliler'in yaz mevsiminde Suriye bölgesine, kış mevsiminde Yemen taraflarına ticaret amacıyla düzenledikleri seyahatlere işaret ettiği belirtilmektedir. Kureyşliler bu ticari seferler sayesinde bir yandan ekonomik durumlarını düzeltiyor, diğer yandan da çeşitli medeniyet ve kültürleri tanıma imkânı buluyorlardı. Kureyş sûresinde daha sonra Allah'ın Kureyşliler'i doyurup açlıktan kurtardığı ve korkularından kurtardığı vurgulanarak bu nimetlerden dolayı Allah'a ibadet etmeleri emredilir. Çünkü Allah onları, hem ikamet ettikleri Mekke ve civarında hem de bu bölge dışına yaptıkları yolculuklarda emniyet içerisinde olmalarını sağlamış hem de Fil ordusunu onların başından savmıştır. Aynı şekilde tarıma elverişsiz olan Mekke ve çevresini Hz. İbrahim'in duası ve Kâbe’nin kutsallığı sayesinde insanların rağbet ettikleri bir yer haline getirmiştir. ([3] ) Mekke’nin bu özelliği sayesinde o dönemde ticaret gelişmiş ve Kureyş bolluğa kavuşmuştu. Sûrede "bu ev" (Kâbe) ifadesinden sonra Allah'ın verdiği nimetlerin hatırlatılması Kureyş'in sahip olduğu saygınlığa ve nimetlere Kâbe sayesinde ulaştığını ima eder. Kureyş sûresinin mesaj ı genel olarak ihsan edilen nimetlere lâyık olmaya ve yalnız ca Allah'a kulluk etmeye yöneliktir. [1] ) NOT: Bu husus Hasan-ı Basri, Cassas, İbni Teymiyye, Taberi, Begavi, Askalani, Suyuti, Kuşeyri, Kadı ibni Arabi, Kadı İyad eserlerinden çeşitli şekillerde rivayet edilmiştir. (A.A) [2] ) NOT: Rivayetlerde Ebrehenin yaptırdığı kiliseye Mekkeli bir Arabın işediği zikredilir. Onun yaptığı bu hareket Ebrehe’ye ve onun kutsalına çok büyük hakarettir, aşağılamaktır ve savaş sebebidir. (A.A) [3] ) Not: Ebrehe’nin başarısız seferinden sonra Sasani (Pers- İran) Devleti harekete geçmiş ve Yemen’de iktidarı yeniden ele geçirmiştir. Kızıldeniz Roma ticari gemilerine kapatılmış ve böylece Kureyş’e gündoğmuştur. Zira Roma ihtiyaç duyduğu ticari malları yeniden Mekke üzerinden tedarik etmek zorunda kalmıştır. Fil olayından sonra Kureyş kara ticaretinde tavan yapmıştır. Korkularından emin olmuştur. A.A.
- Bölüm 16:UHUD YAKLAŞIRKEN | Allahın Rehberliği
BÖLÜM 16 UHUD YAKLAŞIRKEN 16.1. Sellam bin Mişkem’in İhaneti Ebu Süfyan 40 kişilik bir süvari birliği ile Medine’ye Sevuk Harekâtı düzenlemişti. Bu harekât ile Medine’ye gizlice girmiş ve Beni Nadir Liderlerinde Sellam bin Mişkem ile görüşmüş, akşam yemeği yiyip, şarap içip eğlenmişlerdi. Daha sonra Sellam bin Mişkem’in İslam Cumhuriyeti yetkililerine verdiği ifadesine bakılırsa havadan sudan konuşmuş ve sadece eğlenmişlerdi. Fakat asla Ebu Süfyan ile gizli bir anlaşma ya da Medine İslam Cumhuriyetine karşı bir harekât, bir plan içerisinde olmamışlardı. Her ne kadar Sellam, Ebu Süfyan ile herhangi bir anlaşma yapmadığını söylese de o geceki görüşmelerinde ne görüştükleri zaman içerisinde ortaya çıkmaya başlamıştı. Nadiroğulları Yahudileri Uhud Savaşı yaklaştıkça Medine içerisinde fitne çıkarmaya yönelik söylemlerini artırmaya başlamışlardı. Uhud Savaşı öncesinde Medine’nin savunmasına katılmamak ve başkalarının da katılmaması için gösterdikleri gayretler ve ileri sürdükleri gerekçeler onların aslında o gece Medine İslam Cumhuriyeti aleyhine Ebu Süfyan’la gizli bir anlaşma yaptıklarını gösteriyordu. Hâlbuki Medine Sözleşmesinde (Vesikasında) bu sözleşmeye imza atan tarafların Medine İslam Cumhuriyetine karşı gizli ittifaklara giremeyecekleri hükme bağlanmıştı. Şayet taraflardan kim düşmanla gizli ittifaklara girerse o taraf Anayasal Ahde ihanet etmiş demekti ve bu ihanet de cezasız bırakılamazdı. Bu nedenle Nadiroğulları ileri gelenleri de Sellam bin Mişkem tarafından yapılan gizli ittifakı asla kabule yanaşmıyorlar, sürekli inkâr ediyorlardı. Fakat Mekkelilerin Medine üzerine ordu göndermek için hazırlanırken Nadiroğulları Yahudilerinin Medine’yi karıştırmaya çalışmalarının zamanlaması manidardı. Bu çabalar Sellam bin Mişkem’in o geceki görüşmesinde gizli birtakım entrikalar çevirmeye yönelik sözleştiğine işaret etmekteydi. 16.2. Medine’nin Savunmasına Katılmamak için Yahudiler Bahane Arıyorlar Bedir Savaşı sonunda deniz tarafından Şam ticaret yolunu kaybetmiş olan Mekke Şirk Yönetimi, Beni Süleym ve Gatafan kabilelerinin hâkim olduğu doğu (Irak) tarafından denediği güzergâhı da kaybedince Medine’nin üzerine güçlü bir ordu ile gitmeye karar verdi. Mekke yönetiminin Uhud’da yapılacak savaş için hazırlanan ordunun toplanması için teşvik edici slogan “Bedr’in intikamının alınması” idi. Ama asıl amaç Medine İslam Cumhuriyeti tarafından kontrol altına alınan ticaret yollarının açılması idi. Bunun içinde Medine İslam Cumhuriyetine öldürücü bir darbenin vurulması gerekiyordu. Zira Şam ticaret yolunu kaybeden Mekkeliler, peygamberimizin Necranlılarla anlaşması nedeniyle Yemen ile güney istikametindeki ticaretlerini de kaybetmek üzereydiler. Şayet Medine İslam Cumhuriyeti yıkılmayacak olursa tüm ticaret yollarını kaybetmiş olan Mekke’nin gelecekte teslim bayrağını çekmekten başka çaresi kalmayacaktı. Ebu Süfyan, Sevuk Harekâtı sırasında Medine İslam Cumhuriyeti içerisinde kaos ve kargaşa çıkarmak için fitne tohumlarını atmıştı. O, Medine İslam Cumhuriyeti Anayasasına imza koyan taraflardan olan Nadiroğulları Yahudilerinin reisi Sellam bin Mişkem ile yaptığı gizli müttefiklik anlaşması ile Mekke müşrik ordusu Medine’ye saldırdığı zaman İslam Ordusunu yalnız bırakma konusunda anlaşmıştı. Medine Vesikasına / Anayasasına göre Medine’ye yapılacak herhangi bir saldırıda Yahudiler de şehrin savunmasına iştirak edeceklerdi. Bu husustaki Anayasa maddeleri şöyle idi; “37.a. Kendilerine savaş açan olursa, bu yasaya (sahifeye/belgeye) tabi olan Yahudilerin ve Müslümanların arasında tam bir dayanışma olacak, Yahudiler kendi savaş giderlerini, Müslümanlar da kendi savaş giderlerini karşılayacaklardır. Her iki kitlenin, aralarında istişare, tavsiye ve samimi bir dayanışma olacak, bütün haksız fiil ve kötülüklere karşı en iyi yol izlenecektir.….. 38. Yahudiler, Müslümanlarla birlikte savaştıkları sürece savunma harcamalarına katılacaklardır..... 39. Yesrib (Medine) vadisinin içerisi, bu anayasaya bağlı olanlar için haram (dokunulmaz) bir bölgedir.…. 44. Yesrib’e (Medine’ye) karşı ani bir baskın ve saldırı düzenlenmesi halinde, Yahudiler ve Müslümanlar arasında tam bir dayanışma olacaktır.….. 45.b. (Savunma ve diğer harcamalar konusunda) herkes kendisine ait bölgeden sorumludur.” Şayet Mekke ordusu Medine’ye saldıracak olursa ve Yahudi kabileler de şehrin savunmasına iştirak edecek olurlarsa Mekke Ordusunun işinin çok zor olacağı apaçık bilinen bir şeydi. Zira Kaynuka Yahudileri Medine’den sürgün edildikten sonra bile şehir nüfusunun üçte birinden fazlası Yahudi kabilelerden oluşmaktaydı. Nadiroğuları ve Kurayza oğulları Yahudileri ile Evs ve Hazreç kabilelerinden bazı toplulukların Medine’yi savunmaya katılmamaları Mekke ordusunun kolay bir zafer kazanmasını sağlayacaktı. Etrafındaki taraftarlarının azaltılmasıyla Hz. Peygamberin gücünü kırmak için şehrin savunmasında müminler yalnız bırakılmalıydı. Bu amaçla Ebu Süfyan Uhud savaşı öncesi Medine’ye yaptığı Sevuk Harekâtı sırasında Beni Nadirle yaptığı bu gizli ittifak anlaşması ile Medine Yahudilerinin şehri savunma da bir yolun bulunup devre dışı kalınmalarını hükme bağladı. Ebu Süfyan’la yaptıkları bu gizli anlaşma sonucunda Yahudi liderler Medine’yi savunmak için savaşmamanın gerekçelerini yaratmaya çalıştılar. Bunun için de Medine Yahudileri Sözleşmenin / Anayasanın öngördüğü hükümlere uymama hususunda kendilerini haklı gösterecek çeşitli bahaneler üretmeye başladılar. Anayasal sistemin yürütülememesinin esas suçlusunun Hz.Muhammed@ olduğu izlenimi vermeye çalıştılar. Böylece kendilerinin Anayasaya uymak istediklerini fakat gelinen durumda bu Anayasal sistemin sürdürülebilir olmadığını zira Hz.Muhammed’in@ bekledikleri gibi çıkmadığını ifade ettiler. Çünkü Hz. Peygamberle@ sürekli doku uyuşmazlığı / ihtilaf yaşadıklarını, O’nun bir peygamber olmaktan çok, dini değerleri yok eden, hiçbir kutsal bırakmayan, haramları helal ederek değerleri yok eden, kıble değişikliği ile bütün kabileleri Mekke’ye kendi kabilesine bağlamaya çalışan bir zındık olduğunu belirttiler. Bu nedenlerle Onunla beraber olmanın ve onunla aynı yolda yürümenin imkânsızlığını dile getirdiler. Bu hususlar kendi dinlerinde olan yani Yahudi olanlar için etkili olacak argümanlardı. Fakat onlar Evs ve Hazreçli müminlerin de bu savunmada Hz.Muhammed’i@ yalnız bırakma arzusunda idiler. Onların Hz.Muhammed’den@ ayrılmaları için izlenen politikalar nedeniyle Medine ekonomisinin kötüye gittiğini işlemeye başladılar. Mekke’nin Şam ticaret yollarının kapatılmasının hem dolaylı hem de dolaysız olarak kendi ticaretlerini de zora soktuğuna vurgu yaptılar. Onlar bu ifadeleri ile Medine’ye yapılacak bir saldırıda Medine’yi savunmama gibi bir amaçları olmadığını, ama esas amaçlarının Medine ekonomisini zora sokan uygulamaları nedeniyle Hz.Muhammed@ iktidarının yalnız bırakılarak ona bir ders verilmesini Medineli ileri gelenlerine anlatıp onları ayartmaya çalışıyorlardı. Böylece ihanetlerini gizleyip, Medine’nin savunulması konusunda da vatansever pozisyonlarına yatmaya çalışıyorlardı. Abdullah bin Übey gibi Medineli Arap kabile reisleri de onları destekleyince onların ileri sürdükleri argümanlar Medine toplumunda elbette etkili oluyordu. 16.3. Yahudiler Medine’de Kaos Peşinde Medine Yahudileri kendi kabilelerini Medine’nin savunmasına katılmaktan alıkoymaya yönelik söylem geliştirirken, aynı zamanda Medinelileri de kendi görüşlerine inandırıp peygamberimizi yalnız bırakmak istiyorlardı. Onların hedefinde Mekkelilerin işini kolaylaştırıp çevresindeki taraftarlarının sayısını azaltıp Hz. Peygamberin@ ağır bir yenilgi alması vardı. Bu amaçla kendi kabilelerini Medine’nin savunması için Mekke ordusu ile savaşa girmekten alıkoymaya çalıştıkları gibi ister iman etsin ister hala müşrik olsun Evs ve Hazreç’in arasından kendi argümanlarına taraftar kazanmaya çalışıyorlardı. Hz.Muhammed@ Cenab-ı Hakk’ın rehberliğiyle yetişip onların oyununu bozmasaydı neredeyse Uhud savaşına çıkacak asker sayısı çok az olacaktı. Onların bütün gayretlerine rağmen müminler Uhud’a 700 kişilik bir ordu çıkarmayı başarmışlardır. Komplo çok büyüktü ve bu işin başat rolünü Nadiroğulları Yahudileri üstlenmişti. Planın uygulanmasında Kurayzaoğulları Yahudileri ve işbirlikçi münafıklar da sürece dâhildi. Bu komplonun mimarları ise Ebu Süfyan, Sellam bin Mişkem ve Abdullah bin Übey idi. Yahudilerin bu komplo girişimlerini bertaraf etmek için Cenab-ı Hak Ali İmran Suresinde Yahudilerden bir grubun Hz.Muhammed’in@ peşinden gidenlerin zihinlerini bulandırıp saptırmak istediklerini belirtir. Elçisine inzal edilen düzenlemelerin adil ve doğru politikalar olduğunu bilmelerine rağmen Yahudilerin bunlara karşı neden mücadele ettiklerini sorgular. Onlara hak, doğru ve gerçeğin ne olduğunu gayet iyi bilmelerine rağmen alışageldikleri yanlış politikaları doğruymuş gibi halka anlatıp eski şirk sistemini tekrar geri getirme çabalarını sorgular ve onlara doğru ile yanlışı / hak ve batılı birbirine karıştırıp gerçeği gizlememeleri gerektiği konusunda uyarır. Zira onlar gayet iyi biliyorlardı ki Hz.Muhammed’in@ Medine’ye getirdiği sistem eski şirk sisteminin yanlış ve adaletsiz uygulamalarını gideriyor ve onların yerine doğru ve adil bir sistemi inşa ediyordu. Böylece Medine toplumuna barış, huzur ve güven geliyordu. Diğer taraftan dış politikada da Bedir Savaşında elde edilen zafer ile Mekke zalimlerine büyük bir ders verilmiş ve ticaret yollarının kontrol altına alınmasıyla da zalim Mekkelilerin dize getirilmesi için en doğru politika takip edildiğini bu Yahudi liderleri gayet iyi biliyorlardı. Ama onlar kısa zamanda gerçekleşen bu mucizeleri / ayetleri / başarıları inkâr ediyorlardı. Dahası onlar Mekke ordusunun bu işin peşini bırakmayacağını ve Bedir’in intikamını mutlaka alacağını söylüyor ve bu söylemle Medinelileri korkutup kandırmaya çalışıyorlardı. Hz.Muhammed’in@ Mekke’nin ticaretini engellemeye yönelik politikası nedeniyle Medine’nin bu ticaretten elde ettiği dolaylı gelirlerden mahrum kalarak uğradığı zararı dile getirerek Medinelileri peygamberimize destek vermekten vaz geçirmeye uğraşıyorlardı. Onlar, Medine Vesikası / Anayasası imzalanırken Hz.Muhammed’in@ Medine üzerine bir güneş gibi doğacağını düşündükleri için kendisine inandıklarını ve Anayasal Sözleşmeye katıldıklarını ama gelinen aşamada O’nun Medine’ye aydınlık değil karanlıklar getirdiğini, eldeki aydınlığı da kaybetmekte olduklarını bu nedenle de artık Onun otoritesini inkâr ettiklerini / reddettiklerini ifade ettiler. Onlar bunu metaforik bir ifade kullanarak şöyle söylediler; “Güneş (peygamber) doğarken her şey iyiydi ve bizde ona inandık, size de inanın dedik. Ama onun politikaları ile Medine üzerine doğan bu Güneş (peygamber) batışa geçmeye başladığı için onu inkâr / reddettik ve size de onu reddetmenizi söylüyoruz.” Böylece onlar Medinelilerin geri dönerek Hz.Muhammed’i@ mücadelesinde yalnız bırakmalarını planlıyorlardı; 69-72- Kitap Ehlinden (Yahudilerden) bir grup sizi kandırıp saptırmak istiyor. Oysa onlar, sadece kendilerini saptırıyorlar da farkına bile varmıyorlar. Ey Kitap Ehli! Sizler tanık olup dururken, niçin Allah'ın ayetlerini / düzenlemelerini / yasalarını reddediyorsunuz? Ey Kitap Ehli! Sizler niçin hakkı batıl ile örtüyor / doğruyu yanlış gibi gösteriyor / yanlışı doğru gibi gösteriyorsunuz ve bile bile hakkı /doğruyu gizliyorsunuz? Kitap ehlinden bir grup dedi ki: "Müminlere indirilene, günün önünde (Güneş doğarken) inanın, günün sonunda (Güneş batarken) ise reddedin. Olur ki (size bakarak onlar da) dönerler.” (Al-i İmran Suresi 69-72) Yahudi ileri gelenlerin bazıları Hz.Muhammed’e@ inzal olan vahiylerle gelen yasal düzenlemeleri kabul edemeyeceklerini bildirdiler. Medine İslam Cumhuriyeti kuruluş aşamasında Anayasa’ya imza atarak İslami İdareyi meşru bir idare olarak kabul eden Yahudileri süreç içerisinde reddediş noktasına getiren esas sebep ise onların kendilerini üstün görmeleri idi. Yeni yasal düzenlemelerin getirdiği sosyal ve iktisadi değişiklikler ise onların bu üstünlüklerine son verecek gibi görünüyordu. Zira onlar, eski şirk sisteminde halktan haksız bir şekilde beslenerek servet yığmış ve toplumda ekonomik güç elde etmişken yeni düzenlemeler adalet getirmekte idi ve haksız kazançlara geçit vermiyordu. Bu nedenle onlar yeni yasal düzenlemelere ve dolayısıyla Hz.Muhammed’e@ karşı şiddetli bir muhalefet geliştirmeye başlamışlardı. Onlar karşı çıkışlarının gerekçesi olarak menfaatlerinin engellendiğini halka söylemeleri mümkün değildi. Bundan dolayı onlar karşı çıkış gerekçelerini halklarına anlatırken onların kutsal saydıkları değerler üzerinden anlattılar. Kıblenin değişiminde olduğu gibi yeni yasal düzenlemelerin kendi dinlerindeki düzenlemelerle uyuşmadığını halklarına anlatarak peygamberimizi ve İslami sistemi reddedişlerinin gerekçesi olarak belirttiler. Onlar halklarına şu mealde bir söylemle yaklaşıyorlardı; “Anayasayı imzalamadan önce gelen vahiyler iyiydi ve bizim müktesebatımızla / kitabımızla uyum içerisinde idi. Bu nedenle biz onları kabul ediyorduk ve o zaman inanmıştık. Bu nedenle bizler Medine Anayasasına imza attık. Ama sonra gelen vahiylerle yapılan yasal düzenlemeler bize verilen düzenlemelerle / bizim müktesebatımızla hiçbir benzerlik arz etmiyor. Sonra gelen tüm düzenlemeler bizim öğretimizle uyuşmuyor. Bu nedenle sonraki gelenleri biz kabul etmiyoruz. / reddediyoruz. Şayet sonra gelen bu düzenlemeleri kabul edersek yarın Rabbimizin huzuruna gittiğimizde bunun hesabını veremeyiz. Bu durum aleyhimize bir delil olur. Bu nedenle Anayasal olarak kabul edeceğimize ahdettiğimiz hususlara şimdi uymamak durumundayız.” 73-74- (Yahudilerden o grup devamla şöyle dediler); “Dininize / Yolunuza / Dünya Görüşünüze tabi olmayana inanmayın!” De ki: “Doğru yol / din / dünya görüşü, Allah’ın yoludur / dinidir / dünya görüşüdür. Size verilen yolun / dinin / dünya görüşünün bir benzerinin başka birine verilmesi nedeniyle ve / veya Rabbinizin nezdinde size üstün gelecek deliller getireceklerini düşündüğünüz için mi karşı çıkıyorsunuz?” De ki: “Muhakkak ki lütuf ve ihsan Allah’ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah rahmeti bol olandır, her şeyi bilir. O, Rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah, büyük lütuf sahibidir.” (Al-i İmran Suresi 73-74) 16.4. Yahudi İleri Gelenlerinin Kendi Halklarını Kandırma Gerekçeleri: «Ümmilere karşı sorumsuzluk(!)» Yahudilerden ahitlerine / sözlerine, emanetlerine sadık olanlar da vardı. Anayasaya attıkları imzanın arkasında durmayarak ahitlerini ihlal etmeleri durumunda «Allah’a bunun nasıl hesabını vereceğiz» diye düşünen bu sadık kimselere Ebu Süfyan’la gizli ittifak yapmış olan Yahudi liderlerin bir açıklama getirmeleri gerekiyordu. Onlar, Anayasal Sözleşmeyi ihlal etmelerinin Allah indinde herhangi bir sorumlulukları olmayacağını, yaptıkları ihanet nedeniyle Allah’ın onları hesaba çekmeyeceğini kendi halklarına anlatabilmek için ümmilere / Yahudi olmayanlara karşı yaptıkları her türlü yanlış / kötü hareketten kendilerine bir sorumluluk olmadığını iddia ettiler. Bu argümanı üretenlerin en önemli özellikleri bir dinarlık / liralık meblağ bile olsa kendi menfaatleri için her türlü değerleri satabilmeleriydi. Cenab-ı Hak, halkı aldatabilmek için onların ürettikleri argümanı ortaya koyarken onların bu aşağılık özelliklerine işaret etti; 75- Kitap ehlinden öylesi vardır ki, eğer onlara kilolarca altın emanet etsen onu sana noksansız geri iade eder. Onlardan öyleleri de vardır ki, ona bir tek lira / dinar emanet etsen, tepesine dikilmeden onu sana geri vermez. Onların böyle davranmalarının sebebi, onların, “Ümmilere (ehli kitap olmayanlara) karşı yaptığımız şeylere ilişkin bize herhangi bir günah / vebal yoktur.” demelerinden dolayıdır. Onlar, Allah adına hüküm vererek bile bile yalan söylerler. (Al-i İmran Suresi: 75) 16.5. Yahudi İleri Gelenlerinin Kendi Halklarını Kandırma Gerekçeleri: «Kitapta Yeri Var(!)» Yahudi ileri gelenleri yeminlerini / anlaşmalarını dünyevi bir karşılık için satıyorlardı. Hz.Muhammed’in@ Medine’ye getirdiği yenilikler ve yaptığı düzenlemelerle onlar kaybettikleri haksız kazançlardan mahrum kalmamak, tekrar eskisi gibi Medine’deki egemen pozisyonlarını elde etmek için Medine Vesikası / Anayasası ile verdikleri sözlerini / ahitlerini satıyorlardı. Dahası bunun kendi dinlerinde ve kitaplarında yerinin olduğunu göstermeye çalışıyorlardı. Hâlbuki kendi kitaplarında asla buna müsaade yoktu, ama onlar halkı kandırmak için kitaplarındaki hükümleri eğip bükerek ve olmadık yorumları yaparak Medine Anayasası hükümlerine uymamayı / ahitlerini ihlal etmelerini dini bir hüküm / Allah’ın emri gibi göstermeye çalışıyorlardı. 76-78- Hayır, kim verdiği ahde bağlı kalırsa ve takvalı davranarak ihanetten sakınırsa, bilsin ki Allah takvalı davranarak ihanetten sakınanları sever. Allah'a verdikleri sözlerini / ahitlerini ve yeminlerini az bir menfaat karşılığı satanlar var ya; işte onların ahirette hiçbir payları yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onların yüzüne bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için çok acıklı bir azap da vardır. Onlardan bir güruh vardır ki, kitaptan olmayan bir hususu kitaptan sanasınız diye dillerini eğip bükerek kitabı taklit ederler ve Allah katından olmadığı halde, “Bu, Allah katındandır” derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ederler. (Al-i İmran Suresi: 76-78) 16.6. Yahudilerin İddialarına Cevaplar Yahudilerin Uhud Savaşına katılmamak niyetiyle Medine Anayasasının ilgili hükümlerini ihlal etmelerini meşru göstermek için ürettikleri argümanlara cevap verilmesi için Cenab-ı Hak elçisine Al-i İmran Suresinin müteakip ayetlerini inzal etti. Söz konusu ayetlerde Yahudilere daha önce gönderilen bütün peygamberler onlara ilahi öğretiyi savunan elçiler geldiği zaman mutlaka o elçilerin yanında saf tutmalarını emrettiğini ve onlardan bu hususta ahit / söz aldığını bildirdi. Geçmiş dönemde kendilerine gönderilen bu peygamberler onlara kendilerini ilahlaştırmamalarını emretmesine rağmen onların bu emre uymadıkları ve peygamberlerini ilahlaştırdıkları ve böylece ahitlerinde / sözlerinde durmadıkları ifade edildi. Cenab-ı Hak onların işledikleri bu ihlalleri haklılaştırmak için fetvalar / gerekçeler üretmeye devam ettiklerine de işaret etti. Böylece onlara mealen; “Bu karşı çıkışlarınızla ahit verdiğiniz / imzaladığınız Anayasayı ihlal ediyorsunuz. Hâlbuki siz bu Anayasaya bağlı kalacağınıza yemin etmiştiniz. Buna göre Medine’ye herhangi bir düşman saldırısı olduğunda şehrin savunmasına (dolayısıyla İslam Cumhuriyetinin savunmasına ve Hz.Muhammed’in@ hükümetine ) yardım edecek ve onu koruyacağınıza ahdetmiştiniz. Ama şimdi bu ahdinizin gereğini yerine getirmemek için çeşitli bahaneler ileri sürüyorsunuz. Müminler ise Hz.Muhammed’e@, ahit verdikleri Anayasal sözleşme hükümlerine ve gelmiş geçmiş bütün peygamberlere uydukları gibi Hz.Muhammed’e@ de sahip çıkmaktadır. Bu nedenle onlar hakkında ileri sürmüş olduğunuz suçlamalar kabul edilemez. Kutsalları kaldırıyor ya da hiç kutsal tanımıyor diye bu peygamberi suçlayamazsınız. Hiçbir peygamber insanların kendilerini Allah’tan başka tanrı edinip tapmalarını söyleyemez. Bu onlara asla yakışmaz. Onlar sizlere Allah’a ihlasla bağlı olmanızı ve ilahi öğretilere uygun samimi kullar olmanızı isterler. Onlar, sadece kendilerine inzal edilen ilahi öğretinin / kitabın hükümlerini uygularlar. Doğru yol / dünya görüşü / din, geçmişte olduğu gibi bugün de Allah’a teslim olmak ve O’nun öngördüğü hükümleri uygulamaktır. Ama sizler Allah’a teslim olmaya yanaşmıyorsunuz. Sizler fıtratınıza en uygun olan ve size huzur, mutluluk ve adalet getirecek ilahi hükümleri uygulamak yerine kendi çıkarlarınıza uygun hükümleri istiyorsunuz. Daha kötüsü çıkarlarınız için kendi uydurduğunuz hükümleri ilahi hükümlere uygunmuş / kitaptanmış gibi göstermeye çalışıyorsunuz.” denildi. 79-84- Allah’ın kendisine kitap, hüküm (yasama) ve peygamberlik verdiği hiçbir insanın “Allah’ı bırakın da gelin bana kul olun” demesi mümkün değildir. Bilakis o “Öğrettiğiniz ve okuduğunuz kitap gereğince Rabbe içtenlikli kullar olunuz” der. Onun size “melekleri ve peygamberleri Rabler edinmenizi de emretmez. Siz Allah’a teslim olduktan / boyun eğdikten sonra hiç size inkârı emreder mi? Hani Allah peygamberlerin ümmetlerinden şu hususta misak / ahd / söz almıştı; “Ant olsun ki size kitap ve hikmet / yasa verdim. Bundan böyle bu verdiklerimi doğrulayan / kabul eden bir elçi geldiğinde ona muhakkak inanacak ve ona yardım edeceksiniz! Bunu ikrar edip de kabul ettiniz mi? Bu milli misakı yükleniyor musunuz?” Onlar, “İkrar ettik / kabul ettik” deyince Allah da “Öyleyse şahit olun, Ben de sizinle beraber şahit olanlardanım” dedi. Artık bundan sonra her kim ahdinden dönerse, işte onlar yoldan çıkmış kimselerdir. Peki, bu ahitlerine rağmen şimdi onlar Allah'ın dininden / yolundan / dünya görüşünden başkasını mı arıyorlar? Hem de göklerde ve yerde olan herkes, ister istemez O'na teslim olmuş / boyun eğmişken ve kendileri de O'na döndürüleceklerken (böyle boş bir arayışın içerisindeler.) De ki: “Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakup’a ve torunlara indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve bütün peygamberlere Rablerinden verilenlere inandık. Onlardan hiç birisinin arasında ayırım yapmayız. Biz, sadece O'na boyun eğeriz / teslim oluruz.” (Al-i İmran Suresi 79-84) 16.7. Yahudilerin Ayartmalarına Kanan Müminlerin Uyarılmaları Yahudi liderler Medineli müminleri Hz.Muhammed’in@ etrafından koparmak için yaptıkları propaganda etkisini göstermişti. Bazı müminler Mekkelilerin ticaret yollarının bloke edilmesi nedeniyle Mekke’nin müttefikleriyle birlikte bütün gücünü toplayıp Medine’nin üzerine gelmesi durumunda buna karşı koyamayacaklarını ifade ediyor ve muhaliflerin safına meylediyorlardı. Onlar ayrıca Mekke’ye uygulanan tecrit politikası nedeniyle Medine’nin de menfi olarak etkilendiğini dillendiriyorlardı. Zira Mekke’nin Şam’a yaptığı ticaret kervanlarına sattıkları başta hurma olmak üzere diğer ürünler ellerinde kalmıştı. Söz konusu kervanlardan temin ettikleri ihtiyaç mallarından da mahrum kalıyorlardı. Artık bundan sonra üretim mallarını başka yerlerde satmaları, ihtiyaçlarını da başka pazarlardan temin etmeleri gerekiyordu. Yahudilerin ve münafıkların yaptıkları algı operasyonunun etkisi altında kalan bu müminlerin içine düştükleri gafletten kurtarılması gerekiyordu. Eğer onlar bu ayartıcı propagandaya kapılacak olurlarsa başlarına çok büyük belaların geleceği uyarısı yapılmalıydı. Cenab-ı Hak müminlere şu uyarılarda bulundu; “Kim peygamberin uyguladığı dünya görüşü / din / yol olan İslam’dan başka bir dünya görüşü / din/ yol ararsa tercih edeceği dünya görüşü / din/ yol Allah tarafından asla kabul edilmeyecek ve başarısız olacaktır. Onlar bu tercihleri nedeniyle gelecekte çok büyük zarara uğrayacaktır. Zira Medine için en uygun ve başarıya götürecek olan politika / din / yol İslam’dır. Başka dünya görüşleri / dinler /yollar sizin sorunlarınızı çözemez, sizi kurtaramaz. İman ettiğiniz peygamberin şu kısa süreçte yaptığı yeniliklere ve kazandığı zaferlere şahit oldunuz. Elde edilen olumlu sonuçlar ve başarılar o elçinin hak olduğunun en önemli kanıtıdır. İçinizden ondan daha mükemmel bir lider, daha iyi bir yönetici ve daha doğru kimse de yoktur. Onun şimdiye kadar izlediği dünya görüşü / din / yol da başarılı olmasına rağmen onu yalnız mı bırakacaksınız? Onun izlediği dünya görüşünün / dinin /yolun doğruluğu konusunda Cenab-ı Hak o kadar ayet / işaret / kanıt göstermiş olmasına rağmen yine de inkâr / ret yolunu seçecek olursanız Allah sizi doğru dünya görüşüne / dine / yola iletmez. Elçinizi yalnız bırakacak olursanız Allah’ın, meleklerin ve herkesin lanetine uğrayacaksınız. Dahası öyle bir azaba uğrayacaksınız ki sonradan dünyaları fidye olarak verseniz bu yıkım azabından kurtulmanız mümkün olmayacaktır. Gelin! Vakit varken, iş işten geçmeden tövbe edip kurtulun. Yoksa zamanı geçtikten sonra pişmanlık fayda vermeyecektir. Gelin! Vakit varken elçinize destek olun ve onun yolu / dini / dünya görüşü uğruna sevdiğiniz şeylerden infak edin, ahitlerinize sadakat gösterin ve İslam’ın getirdiği düzenlemelere itaat edin. Elçinizin dünya görüşünü / dinini / yolunu izlemekten dolayı kaybedeceğiniz şeylere üzülmeyin ki iyilerden / erdemli kişilerden olasınız.” 85-92- Kim İslâm'dan başka bir din / politika / yol ararsa, o takdirde hiçbir zaman ondan kabul edilmeyecek ve o kimse ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır. İman edip, Elçi'nin hak olduğuna tanık olduktan ve kendilerine açık deliller geldikten sonra, inkâr eden / karşı çıkan bir topluma Allah niye doğru yolu göstersin ki? Allah, zulmeden toplumu doğru yola iletmez. İşte onların cezaları, Allah'ın, meleklerin, bütün insanların lanetine uğramalarıdır. Ebedi olarak bu lanet onların üzerlerinde olacaktır. Kendilerinden bu azap hafifletilmeyecek ve kendilerine mühlet verilmeyecektir. Ancak bu uyarılardan sonra tövbe eden ve gidişatlarını düzeltenler başka. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Fakat imanlarından sonra inkâr edip / karşı çıkıp, sonra da inkârlarında / karşı koyuşlarında ileri gidenlerin tövbeleri asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar sapıkların ta kendileridir. İşte bu inkârı / karşı koymayı tercih edip inkârcı olarak ölenler, dünyanın bütün altınlarını bile fidye olarak verseler kendilerinden asla kabul edilmeyecektir. Onlar için acıklı bir azap vardır ve onların hiçbir yardımcıları da yoktur. Sevdiğiniz şeylerden (Allah’ın yoluna) bağışlamadıkça asla birr'e / iyiliğe eremezsiniz. (Allah’ın yoluna) neyi bağışlarsanız Allah onu en iyi bilendir. (Al-i İmran Suresi 85-92) 16.8. Yahudi İleri Gelenlerinin Kendi Halklarını Kandırma Gerekçeleri: “Kutsalların Kaldırılması” Yahudilerin Hz.Muhammed’in@ Medine İslam Cumhuriyeti Başkanlığını kabul etmelerinde esas faktörlerden birisi de O’na gelen ilahi öğretinin ( Kur’an’ın) Tevrat’ı tasdik etmesiydi. Bu tasdik ile Yahudiler Tevrat’ın öngördüğü şeriatı / hukuku kendi aralarında uygulayabileceklerdi. Ancak onlar bununla hâlihazırda cari olan ve Tevrat’a uygun gördükleri yasaların da aynen geçerli olacağını anlamışlardı. Yani aslında Tevrat’ın kabul etmediği fakat kendilerinin zamanla çıkarlarına göre uydurdukları ve Tevrat’a uygunmuş gibi gösterdikleri yasaların değiştirilmeyeceğini sanmışlardı. Fakat Medine Vesikası / Anayasası kabul edilerek İslam Cumhuriyeti teşekkül ettikten sonra işler bekledikleri gibi gitmedi. Peygamberimizi avuçlarının içine alamadıkları gibi Hz. Peygamberin getirdiği her yeni düzenleme, Yahudilerin aleyhine oldu. Yeni Pazar kurulması, ölçü ve tartıda hile yapılmaması, doğruluk ve dürüstlüğün getirilmesi, …vb. Piyasa hâkimiyetinin en önemli aracı olan haram ve helaller / yasak ve serbest olanlar İslam Cumhuriyetince İlahi vahiyle belirlenirken Yahudi ileri gelenlerinin Tevrat’a uygunmuş gibi gösterdikleri haksızlıklar ve yanlışlar bu yasalarla düzeltiliyordu. Kendi şeriatlarına da düzeltici olarak müdahale eden bu yasalar nedeniyle Yahudi ileri gelenleri, bu durumdan bir hayli rahatsız oldular. Örneğin deve ve deve ürünlerinin haram edilmemesi ve içkinin yasaklanmaya doğru gideceğine dair ilk işaretler, onların piyasadaki varlıklarını tehdit eden ya da en azından piyasa hâkimiyetlerine son vereceğine dair örnekleri oluşturuyordu. Zira deveyi kirli gören Yahudiler devenin etinden, sütünden, tüyünden ve derisinden istifade edemiyorlardı. ([1] ) Medineli Araplar ise deveden sadece taşımacılık olarak değil eti, sütü, tüyü ve derisinin ekonomik getirisinden faydalanıyorlardı. Yahudiler bu sektöre bir türlü giremiyorlardı. Devenin haram olması kendi ürettikleri yanlış bir yasaydı. Bunun düzeltilmesi kendiler açısından faydalı olacaktı. Fakat diğer taraftan içki ise Tevrat’ta yasaklanmasına rağmen onlar içkiyi hem kullanıyorlar hem de üretiyorlardı. Bu ise onların piyasada hâkim pozisyon yaratmalarına neden oluyordu. Devenin helal olmasından daha fazla getirisi olan içkinin yasaklanması işlerine gelmeyecekti. Onlar haram olan bu uygulamalarına bir fetva uydurarak içkiyi helalleştirmişlerdi. Gelecek süreçte Tevrat’ta da yasaklanan içkinin onlar tarafından neden yasaklanmadığı sorgulanıp onların bunu yasaklamaya zorlanması muhtemeldi. Böyle bir durumda onların çok önemli bir piyasayı / getiriyi kaybedecekleri aşikârdı. Onlar aleyhlerine gelişen bu reformlar nedeniyle Tevrat’ı tasdik ettiğini beyan etmesine rağmen Hz.Muhammed’in@ Tevrat’ta yer alan haram ve helalleri / kutsalları kaldırmakla suçladılar. Bu suçlamaya dayanarak Medine’yi birlikte savunma ilkesine uymamalarına bir gerekçe olarak ileri sürdüler. Cenab-ı Hak, onların bu konudaki savlarının yanlış olduğunu bildirdi. Bu hususta Hz. Musa zamanından önce Hz. Yakup’un kendine yasaklamış olduğu şeylerin haricinde İsrail oğullarına hiçbir yasağın olmadığını belirtti. Bu açıklama ile Hz. Yakup’tan Hz. Musa’ya kadar geçen süre zarfında İsrail oğullarına çok az bir yasaklamanın dışında yasak olmadığı ama Hz. Musa’dan sonra bu yasakların İsrail oğullarının kendi uydurmaları olduğu ifade edilmiş oldu. Bunun tersini ve kendilerinin haklı olduklarını iddia edecek olurlarsa o zaman Tevrat’ı getirip birlikte incelemeyi teklif ederek onların anlayışlarına meydan okunmasını emretti. Dahası onların bu iddiaları ile Kendisine (Allah’a) iftira attıklarını belirtti. Böylece onların Medine’nin savunmasına katılmamaları hususunda kendi mensuplarını kandırmak için ileri sürdükleri gerekçelerin yanlışlığı ortaya konmuş oldu. 93-95- Tevrat indirilmeden önce, İsrail'in (Yakup'un) kendisine haram kıldığı şeyler dışındaki bütün yiyecekler İsrail oğullarına helaldi. De ki: “Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz, haydi (ne duruyorsunuz?) Tevrat'ı getirip okuyun.” (İşte yapamadılar) Artık bundan sonra kim Allah’a iftira atarsa / Allah’a isnat ederek haram-helal belirlemeye kalkarsa, işte zalim onlardır. De ki: “Allah doğru söylemektedir. Öyle ise hakka yönelen bir Hanif olarak İbrahim'in milletine girin. / dinine uyun. O, müşriklerden değildi.” (Al-i İmran Suresi 93-95) 16.9. Yahudi İleri Gelenlerinin Kendi Halklarını Kandırma Gerekçeleri: “Kıble Değişikliği” Yahudilerin Medine savunmasına katılmamak için ileri sürdükleri gerekçelerden bir diğeri de yakın geçmişte yaşadıkları Kıblenin Kudüs’ten Mescidi Haram yönüne değiştirilmesi idi. Onlar şunu ifade ediyorlardı; “Medine İslam Cumhuriyeti kurulurken kıble olarak Kudüs’ün seçilmesi ile bütün Medine toplulukları aynı kıbleye yönelmişlerdi. Herkesin Kudüs yönüne dönmüş olması birlik ve beraberliğin en önemli sembolü idi. Fakat ne zaman ki kıble Kudüs’ten Mesicid-i Haram’a çevrildi, Medine’de birlik ve beraberlik ortadan kalktı ve ayrılık başladı. Bu değişikliğin esas müsebbibi ise Hz.Muhammed’den@ başkası değildir. Aynı topluluk içerisinde farklı yönlere dönerek ibadet edilecekse birlik ve beraberlik nasıl sağlanacaktır.” Aslında daha önce de defalarca ifade edildiği üzere kıble olarak tekrar Mescid-i Haramın seçilmesi ile sadece Medine’nin birliği değil tüm Arap kabilelerini de kapsayan bir birliği sağlamanın hedeflendiği, aksi takdirde Arap Yarımadasında tevhidi sağlamanın neredeyse imkânsız olduğu onlara belirtilmişti. Ama onlar şimdi Hz.Muhammed’i@ Medine’nin savunmasında yalnız bırakmak için konuyu tekrar gündeme getirdiler. Tevhidi oluşturmada yegâne yolun ortak kıblenin tekrar Kudüs olması hususunda ısrar ettiler. Bu ısrar aslında Kıblenin Kudüs olması şeklinde basit bir yön olayı değildi. Bu onların / Yahudilerin üstünlüğünde ve liderliğinde bir yönetim sisteminin kurulması konusundaki ısrarları idi. Fakat Cenab-ı Hak, Medine Yönetiminin Yahudilerin üstünlüğü / liderliği / önderliği ekseninde bir yapılanması yerine tevhide katılan tüm insanların iştirak ettiği bir yönetim modeli öngördüğünü dile getirdi. Bu tevhit sisteminin, insanları ırkları, dinleri, derileri, cinsiyetleri vb. ayrımlara tabi tutmadan Yahudiler de dahil herkesi kapsadığını belirttikten sonra herkesin bu amaca ulaşmak için çaba sarf etmesinin, bu yola / bu amaca ulaşmak için gücü yeten tüm insanlar üzerinde Allah’ın hakkı olduğunu vurguladı. Cenab-ı Hak, Beyti Atik / En Eski Ev / En Eski Yönetim Yeri olan Kâbe’nin Hz. İbrahim ve İsmail tarafından inşa edilmesi ve Hz. İbrahim’in de bölgedeki bütün din ve kutsal yolların ilki olmasına vurgu yaptı. Bunun anlamı, bölgede ki bütün dinlerin / yönetim tarzlarının sapık hale gelmiş olsalar da eninde sonunda kendilerini Hz.İbrahim’e dayandırmaları nedeniyle Kabe’nin birlik / tevhit için en uygun, en kapsayıcı ortak değer / ortak kültür / ortak miras olmasıydı. Rabbimiz, bu İlk Evde / İlk Yönetim Mekânında / Old House da Hz. İbrahim’in makamının / tavır ve davranışının / duruşunun / yönteminin var olduğunu, böylece insanların örnek alacağı modelin orada olduğunu belirtti. Hz. İbrahim’in makamının orada oluşu ifadesiyle, onun zulümle mücadelesini ateşe atılmaya kadar vardırması, herkesi doyurmaya çalışması, zalimlerin egemenliğinden uzak bir yer seçmesi ve insanları birlik olma, putları kırma ve sadece Allah’a kul olma bilinciyle kuşanmaları için inşa ettiği Kabe’ye çağırması ile onun örnekliğini anlattı. Cenab-ı Hak böylece Hz. İbrahim’in duruşunu ve örnekliğini sembolize eden makamının Mekke’de olması nedeniyle orasının kıble olarak seçilmesinin en doğru tercih olduğunu bildirdi. Hz. İbrahim’in önerdiği İlk Ev sistemine / Kabe’nin kuruluş ilkelerine dönülecek olursa çok büyük bereketler elde edeceklerini, bu ilkelere göre kurulacak sisteme giren insanların güvene ermiş olacaklarını ve böylece hiç kimsenin tasallutunda ve sömürüsünde olmayacaklarını belirtti. Bütün insanların Hz. İbrahim’in örnekliği ile Kabe’nin kuruluş ilkelerini kendi toplumlarında temin etmek için çalışmasının Allah’ın bir hakkı olduğu belirtildikten sonra şayet insanlar bunu yapmak için çaba göstermeyi reddederlerse Allah’ın ve O’nun yolundan gidenlerin onlara muhtaç olmadıklarını bildirdi. Böylece şayet Yahudiler ya da diğer kabileler peygamberimize bu konuda destek olmayacak olurlarsa kimseye ihtiyaç duymaksızın bu kutlu yolda yürüneceği haykırılmış oldu. Hz. İbrahim’in ilk Ev sistemi / Kâbe / İslam / Tevhid sistemine giren insanların malları, canları, nesilleri, ticaretleri ve sosyal güvenlikleri emniyet altına alınmış olacaklarının bildirilmesiyle Yahudilerin kıble değişikliğini gerekçe göstererek Medine’nin savunmasına iştirak etmemelerinin saçmalığı da gösterilmiş oldu. 96- 97- Şüphe yok ki insanlar için ilk kurulan ev / mabed / yönetim merkezi Bekke’dekidir / Mekke’dekidir. O alemlere doğru yolu gösterici kutlu bir merkezdir. (Bu hususa ilişkin) orada apaçık işaretler vardır. (Mesela İbrahim’in duruşunu / tutum ve davranışını sembolize eden) İbrahim’in makamı oradadır. Oraya giren güvende olur. Gücü yeten herkesin o ilk Evi / Beyti haccetmesi (Beytin kuruluş ilkelerine erişmek için çalışması) her insan üzerine Allah’ın hakkıdır. Kim (bu ilkelere ulaşmayı) reddederse / inkâr ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah bütün alemlerden müstağnidir. / onlara muhtaç değildir. (Al-i İmran Suresi 96-97) [1] ) Tevrat’ta eti yenen ve yenmeyen hayvanlara ilişkin çok uzun bir ibare vardır; «Rab Musa ve Harun’a şöyle dedi: ‘İsrail halkına deyin ki, karada yaşayan hayvanlardan şunların etini yiyebilirsiniz: Çatal ve yarık tırnaklı, geviş getiren hayvanların tümü. Ancak geviş getiren ve çatal tırnaklı olan hayvanlardan etini yememeniz gerekenler şunlardır: Deve…………..Tavşan,………….Domuz, ……….Bu hayvanların etini yemiyecek, leşine dokunmayacaksınız, sizin için kirlidir/ murdardır………..» 16.10. Yahudilere Uyarılar Kıble değişikliğini gerekçe göstererek ahitlerini bozmalarını ve böylece Medine’nin savunmasına katılmamalarını haklı çıkarmaya yönelik Yahudilerin argümanlarına cevap veren Cenab-ı Hak, müteakip ayetlerde onların şöyle uyarılmasını elçisine emreder; “Allah bütün yaptıklarınızı ve çevirdiğiniz entrikalara şahit olduğunu bilmenize rağmen neden Allah’ın ayetlerini reddediyorsunuz. Kendinizi haklı çıkarmak için Kabe’yi Allah’ın elçisi İbrahim’e inşa ettirdiğini ve inşa amacının da ilahi öğretiyi insanlara öğretmek olduğunu bile bile kıble olarak Kabe’nin seçimini neden reddediyorsunuz. Hz.Muhammed’in@ ve hükümetinin aleyhine Mekkelilerle gizli gizli ittifaklar kurduğunuzu her şeye şahit olan Rabbinizin bildiğine iman ettiğiniz halde neden Allah’ın sistemine karşı duruyorsunuz? Allah’ın inzal ettiği düzenlemeleri neden inkâr ediyorsunuz? / kabul etmiyorsunuz? Neden Medine İslam Cumhuriyeti’nin politikalarını / Allah’ın yolunu yanlış göstermek için insanların zihinlerini bulandırmaya çalışıyorsunuz. Bu politikanın / Allah’ın yolunun en doğru politika olduğunu gayet iyi bilmenize rağmen bunu yapıyorsunuz. Halbuki Allah’ın yolunu izleyen Medine İslam Cumhuriyetinin yasama ve icraatlarıyla ne kadar doğru, adil ve güven verici olduğuna sizler şahitsiniz. Ayrıca Allah yolunda mücadele eden bu Cumhuriyetin zalimlere / müşriklere karşı elde ettiği başarılara da şahit olduğunuz halde yine de onu yanlış göstermeye çalışmanızın sebebi nedir?” 98-99- De ki: “Ey Kitap Ehli! Allah, yaptıklarınızı görüp dururken / tanık iken, ne diye Allah'ın ayetlerini / düzenlemelerini / değerler sistemini reddediyorsunuz?” De ki: “Ey Kitap Ehli! Siz (doğru olduğuna) şahit / tanık olduğunuz halde niçin Allah'ın yolunu yanlış göstermeye yeltenerek müminleri Allah'ın yolundan saptırıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Ali İmran Suresi 98-99) 16.11. Müminlere Uyarılar Yahudi ve işbirlikçisi olan münafıkların argümanlarına kanarak peygamberlerini mücadelesinde yalnız bırakmaya niyetlenmiş müminlere ise Cenab-ı Hak, aşağıdaki uyarıların yapılmasını elçisine emreder; “Ey müminler! Peki ya size ne oluyor? Sizler neden o Yahudi ve münafıkların peşinden gidiyorsunuz. Onlar sizi saptırmak istiyor. Tam doğru yolu bulmuş iken sizler onlara uyacak olursanız perişan olursunuz. Hem size doğru yolu gösteren peygamber aranızda olmasına ve Allah’ın ayetleri / zaferleri / doğruya götürücü düzenlemeleri gelip duruyor olmasına rağmen nasıl olurda bu nimete nankörlük eder ve o Yahudi / münafık inkârcılara inanırsınız? Hani İslam Cumhuriyeti kurulmadan önce onların peşinden gidiyordunuz da birbirinizi boğazlıyordunuz, neredeyse yok oluşun eşiğine gelmiştiniz. Onlar sizin neslinizi kurutacaklardı. Fakat Allah’ın ihsan ettiği İslam Cumhuriyeti nimeti sayesinde kardeş oldunuz ve yok oluştan kurtuldunuz. Bu nedenle O’nun ipine / politikasına / yoluna sımsıkı sarılın. Sakın O’nun yolundan ayrılmayın. Onların aranıza fitne ateşi yakmalarına engel olmak için içinizden Akil İnsanlar Heyeti ve Asayiş güçleri oluşturun. Bu topluluğun mensupları onların gazına gelmeyen ve aklı başında olan insanlardan oluşsun. Onlar insanlar arasında oluşturulmak istenen fitne ateşini söndürsünler ve sakın oyuna gelmesinler. Toplumdaki barışı, asayişi ve huzuru sürekli kılsınlar. İyiliği emretsinler ve kötülükten uzaklaştırsınlar. Birbirinize düşman olarak sürekli çatışma içerisinde iken Cenab-ı Hakk’ın öğretisi ile birlik sağladınız ve birbirinizin kardeşi oldunuz. Bu Rabbinizin çok açık ayetidir. Bir mucize gerçekleşti. Şimdi bu mucizeye şahit olduktan sonra tekrar eskiye dönerek parça parça olmayın. Tekrar birbirinize düşman olup çatışma içerisine girmeyin. Aksi takdirde yüzünüz kara çıkar ve büyük bir azap ile yüz yüze gelirsiniz. Bunun sebebi de sizin nankörlüğünüzden başkası değildir. Allah kimseye zulmetmek istemez. Fakat göklerde ve yeryüzündeki her şeyin sahibi olan Allah’ın doğaya koyduğu yasalara göre işlerin bu yasalar çerçevesinde cereyan etmesi nedeniyle bu hareketlerinizin sonunun azap olduğunu bilin.” 100-109- Ey Müminler! Kendilerine kitap verilenlerden bir guruba itaat ederseniz, imanınızdan sonra sizi küfre döndürürler. Hâlbuki size Allah'ın ayetleri / düzenlemeleri / zaferleri ortaya konmuş ve O'nun Elçisi de aranızda olduğu halde nasıl olurda inkârcılığa yönelirsiniz? Kim Allah'a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle o, dosdoğru yola iletilmiştir. Ey müminler! Allah'a nasıl takvalı davranmanız / sakınmanız gerekiyorsa öyle takvalı davranın / sakının ve sakın müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin. Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Sakın dağılıp ayrılmayın ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; Hani birbirinize düşmandınız da O kalplerinizi kaynaştırdı. Böylece O'nun lütfu sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun tam kenarındaydınız da oradan sizi O kurtardı. İşte, Allah, size ayetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasınız. O halde içinizden hayra çağıran, iyiliği / marufu emreden, kötülükten / münkerden men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. Sakın kendilerine apaçık deliller gelmesine rağmen bölücülük yapıp ayrılan (şu ehli kitap mensubu) kimseler gibi olmayın. Çünkü bazı yüzlerin ağaracağı bazı yüzlerin de kararacağı bir günde bunlar için büyük bir azap vardır. İşte o gün yüzleri kapkara kesilen kimselere, “Ya demek siz inandıktan sonra inkâra geri döndünüz ha? Öyleyse, nankörlüğünüzün cezası olarak tadın azabı!” denilir. Yüzleri ağaranlar ise, Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar. İşte bütün bunlar, hakkın ikamesi (hakkın, doğruluğun ve adaletin uygulanması) için okuduğumuz Allah'ın ayetleridir. Allah âlemlere zulmetmek istemez. Göklerde ve yeryüzünde olan her şey Allah'ındır. Bu nedenle bütün işler Allah'ın koyduğu yasalara (doğal / fıtrat) göre cereyan eder. (Ali İmran Suresi 100-109) Cenabı Hak, Anayasal ahdine sadık kalarak Peygamberimizin yanında saf tutan müminleri över. Onların insanların arasından çıkarılmış en hayırlı topluluk olduğu ve iyiliği emredip kötülüğü önlemeye çalıştıklarına vurgu yaptı. Bu uğurda da kendilerine vaat edilen başarıya mutlaka erecekleri konusunda Allah’a güvenlerinin tam olduğunu ifade etti. Diğer taraftan Cenab-ı Hak, Yahudilerin de Anayasal ahitlerine sadık kalıp, Allah’a güvenselerdi kendileri için çok hayırlı olacağını belirtti. Ama gelinen aşamada gelecek onlar için karanlık görünüyordu. Gerçi onlardan bazıları hala anayasal sisteme bağlıydılar ve Allah’a ve Hz.Muhammed’e@ olan güvenlerini / imanlarını korumaktaydılar fakat pek çoğu yoldan çıkmıştı. 110- Siz insanların iyiliği / kurtuluşu için eğitilmiş ve bu doğrultuda gayret gösteren en hayırlı topluluksunuz; iyiliği /marufu emreder, kötülükten / münkerden meneder ve Allah'a inanırsınız / güvenirsiniz. Kitap Ehli de inansaydı / güvenseydi kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Onlardan bazıları mümindir, fakat pek çoğu yoldan çıkmıştır. (Ali İmran Suresi 110) 16.12. Müminlerin Endişelerini Giderme Cenab-ı Hak, müteakip mesajlarında Yahudilerin Allah’ın ahdine bağlı kalmamaları nedeniyle her zaman alçaklık damgası yedikleri ve her nereye gittiler ise Allah’ın hışmına uğradıkları ve perişan olduklarına değinerek Medine’yi savunurken onların arkadan saldırmaları tehlikesinden korkmamaları gerektiğini müminlere söyledi. Onların müminlerle savaşmayı asla göze alamayacaklarını vurguladı. Dünyevi süfli menfaatleri için ahitlerini satan bu insanlar, canlarını nasıl ortaya koyabilirler ki? Cenab-ı Hak, Yahudilerin müminlere savaş açacak olmaları halinde dönüp kaçacaklarını belirtti. Onların savaşmayı göze alamayarak zillet içerisinde kaçıp hezimet yaşayacaklarının sebepleri olarak şu hususları bildirdi; Onların ihanet ederek haddi aşmış olmaları, Hainlerin korkak olmaları, Allah’ın kendilerine gösterdiği apaçık kanıtları / işaretleri / düzenlemeleri reddetmeleri, Kendilerine yol gösteren peygamberlerini öldürmüş olmaları. Böylece müminlere Uhud savaşı öncesi moral verilmiş ve birlikte yaşadıkları Yahudilerin kendilerine ihanet ederek arkadan darbe yeme konusundaki endişeleri giderilmiştir. 111-112- Onlar size incitmekten başka hiçbir zarar veremezler. Size savaş açsalar bile arkalarını dönüp kaçarlar. Kimse onların yardımına da koşmaz. Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine alçaklık damgası vurulmuştur. Allah'ın (İslam Cumhuriyetinin himayesine) ipine ve insanların (diğer kabilelerin himayesine) ipine sığınanlar dışında onlar Allah'ın hışmına uğradılar / uğrayacaklar ve üzerlerine de zillet damgası vurulmuştur. / vurulacaktır. Bu, onların Allah'ın ayetlerini / düzenlemelerini / değerler sistemini inkâr etmiş olmaları ve haksız yere peygamberleri öldürmeleri sebebiyledir. Bu, onların asi olmaları ve haddi de aşmış olmaları nedeniyledir. (Ali İmran Suresi 111-112) 16.13. Ahitlerine Bağlı Olan Yahudiler Cenab-ı Hak, Yahudilerin hepsinin aynı olmadığını, onların içerisinden iyi ve takvalı kimselerin de bulunduğunu bu nedenle toptancı bir yaklaşımla hepsinin hain olarak görülmemesi gerektiğine vurgu yapan mesajlarını da gönderdi. Böylece Yahudilerden Allah’a samimi bir şekilde iman edip, iyiliği emreden, kötülükleri önlemeye çalışan, hayırlarda yarışan, iyi niyetli ve Allah’a bağlı olanlarını ahitlerine ihanet edenlerden ayrı tuttu. Onlara mükâfatlarının verileceğini bildirdi. Ahitlerine ihanet ederek haddini aşan Yahudilerin zengin ve taraftarlarının çok olmasının Allah’ın cezalandırmasına engel olamayacağını ve onların şiddetli bir azaba çarptıracağını vurguladı. Ka’b bin Eşref ve Ebu Rafi gibi Yahudi finansörlerin Medine İslam Cumhuriyetini devirmek için yaptıkları harcamaların boşa gittiği ve cezalarını çektikleri gibi bundan sonra da onların yolunda gidecek olanların hüsrana uğrayacaklarını belirtti. 113-117- Gerçi onların hepsi bir değildirler. Kitap Ehli içinde gece vakitlerinde Allah'ın ayetlerini okuyup secdeye kapanan dosdoğru bir topluluk da vardır ki; onlar Allah'a ve ahiret gününe inanır, iyiliği / marufu emreder, kötülükten / münkerden men eder ve hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar ıslah edici iyilerdendirler. Onların yaptıkları hiçbir iyilik karşılıksız bırakılmayacaktır. Allah, takvalı davrananları / sakınanları gayet iyi bilir. Şu inkâr edenlerin ise ne malları ne de çocukları Allah'a karşı onları koruyabilir. Onlar, ateş halkıdır ve orada sürekli kalıcıdırlar. Onların bu dünya hayatında yaptıkları harcamaların durumu, kendilerine zulmeden bir toplumun ekinlerine vurup mahveden dondurucu bir soğuğu olan bir rüzgârın durumu gibidir. Allah, onlara zulmetmedi. Fakat onlar, kendi kendilerine zulmediyorlardı. (Ali İmran Suresi 113-117) 16.14. Devlet Sırlarının Güvensiz Kişilerden Saklanması Cenab-ı Hak, müminlere Uhud savaşı öncesi taktik ve tedbir olarak Yahudilerle hiçbir sırrı paylaşmamalarını emretti. Mekke ordusuna karşı belirlenecek savunma taktik ve stratejisinin Yahudilere açık edilmesi halinde onların bu bilgileri Mekke ordu komutanları ile paylaşacaklarını bildirdi. Anayasal ahitlerine ihanet eden Yahudilerin müminlerin başına kötü şeyler gelmesi için ellerinden gelen her şeyi yapacaklarını belirtti. Onların böyle davranmalarının sebebini Cenab-ı Hak şöyle belirtti; “Dışa vurdukları davranışlarından da görüleceği üzere, onlar Hz.Muhammed’den@ ve müminlerden son derece nefret etmektedirler ve hatta onlar içlerinde kimsenin hayal bile edemeyeceği büyüklükte kin ve nefret beslemektedirler.” Cenab-ı Hak, Yahudilerin müminlere bakış açıları ile müminlerin onlara bakış açılarını kıyasladı. Onların müminlere tahmin edilemeyecek derecede düşmanlık ve kin içerisinde olmalarına karşın müminlerin onları aynı ilahi öğretiyi paylaşmaları nedeniyle sevdiklerini belirtti. Fakat diğer taraftan müminlerin herhangi bir iyiliğe / hayra sahip olmaları halinde Yahudilerin buna çok üzüldüklerini ve onları son derece kıskandıklarını ama müminlerin başına bir felaket gelirse o takdirde buna sevineceklerini ifade etti. Bütün bu gerekçeler nedeniyle sır niteliği taşıyan bilgilerin Yahudilere açıklanmamasının müminlerin güvenliği için kaçınılmaz olduğu ortaya konuldu. Cenab-ı Hak bu kuralı genele şamil kılan bir ifadeyle mümin olmayan kimselerle gerek bireysel gerekse devlete ait sırları paylaşmanın yasak olduğunu bildirdi. 118-120- Ey iman edenler! Sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Zira onlar sizi yoldan çıkarmaktan ve aranızda fitne çıkarmaktan geri durmadılar. Sizin sıkıntıya düşmenizi istediler. Kin ve düşmanlıkları ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. İşte Biz belki aklınızı kullanırsınız diye ayetleri böyle açık açık beyan ettik. Siz ki onlara sevgiyle yaklaşmanıza karşı onlar size kin ve öfke duymaktadırlar. Siz Kitabın / Anayasanın tümüne inanıp bağlı olmanıza rağmen onlar sadece sizinle buluştukları zaman “Kitaba (Anayasaya) inanıyoruz / bağlıyız” derler. Birbirleriyle baş başa kaldıkları zaman ise size karşı besledikleri kin ve öfkelerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: “Kininizle geberin! Şüphesiz Allah kalplerde olanı en iyi bilendir.” Size bir iyilik gelse bu onları üzer. Ama başınıza bir kötülük gelse o zaman da sevinirler. Eğer sabreder ve takvalı davranırsanız / korunursanız onların hileleri size hiçbir şekilde zarar veremez. Çünkü Allah onları kendi yaptıklarıyla kuşatmıştır. (Al-i İmran Suresi 118-120) 16.15. Uhud Savaşı İçin Mekke’nin Hazırlıkları Mekke’nin Şam ticaret yolu, müminlerce kontrol altına alınınca Mekke müşriklerinin ileri gelenleri bu ablukayı kırmanın tek ve meseleyi kökten halledecek çözüm yolunun Medine İslam Cumhuriyeti’nin ortadan kaldırılması olduğu konusunda ortak kanaate varmışlardı. Bunun için Medine İslam Cumhuriyeti’ne öldürücü bir darbe vurulması gerekiyordu. Mekke Yönetimi, hem Bedir mağlubiyetinin intikamını almak hem de Şam ticaret yolunu açacak darbeyi vurmak için hazırlıklara girişti. Adel, Kare, Dış, Ehabiş gibi bazı kabilelerden 2000 paralı asker tedarik ettiler. Mekkelilerden 1000 kişilik savaşçı askerin de katılımı ile toplam 3000 askerden oluşan bir ordu oluşturdular. Ebu Süfyan’ın komuta edeceği Mekke ordusu 700 zırhlı, 200 atlı asker ve 3000 deve ile teçhiz edildi. ([1] ) Mekkelilerin bu savaş için yarım milyon dirhem kaynak ayırdığı rivayet edilir.([2] ) Uhud Savaşının ağırlıklı ve esas nedeni kapanan ticaret yollarının açılması olmakla beraber müşrik ileri gelenlerin halkı savaşa razı etmede kullandıkları slogan “Bedir’in intikamının alınması” ve zedelenen haysiyetlerinin yeniden kazanılmasıydı. Zira Bedir’de Mekke’nin en önde gelen liderleri öldürülmüştü. Mekke Yönetimi Bedirde öldürülenlerin yakınlarının intikam isteklerinin ağır baskısı altındaydı. Ayrıca diğer Arap kabileleri arasında itibarsız hale gelmiş olmaları da onları bu savaşa zorlamaktaydı. Hazırlıkları tamamlayan Mekke ordusu yola koyuldu. Diğer taraftan Abbas b. Abdülmuttalib, Mekke ordusu hakkındaki bilgileri bir mektupla gizlice ve son derece süratli bir şekilde (üç gün) Peygamberimize bildirdi. Bu mektup, Mekke ordusundaki savaşçı sayısını ve bunların silah ve ekipmanları ile harekât zamanı konusundaki bilgileri içeriyordu. Mekke ordusu Medine’ye 5 km mesafedeki Uhud dağının eteklerine kadar geldi ve orada kamp kurup beklemeye başladı. Mekkeliler Medine'ye saldırmayıp açık arazide savaşı tercih ediyorlardı. Çünkü Medine şehrinin kabilelere göre ayrılmış mahallelerden oluşuyordu ve bu mahallerdeki evler savunmaya elverişli bitişik nizam bir mimariye sahipti. Medine’ye saldırı yapılması halinde şehrin söz konusu mimari yapısının avantajını kullanacak müminlerin onlara çok büyük kayıplar verdirmeleri mümkündü. Kale gibi yapılardan yapılacak ok ve taş atışları ile Mekke ordusu çok ciddi kayıplara uğrayabilirdi. Bu hususu gayet iyi bilen Mekke ordusundaki bazı kimseler Medinelileri şehrin dışına çekmeye çalışmanın daha akıllıca olacağını söylediler. Ayrıca şehre saldırmak Medine’deki ayrılıkçı Yahudileri ve münafıkları da Hz.Muhammed’in yanında yer almaya itebileceği ve böylece tüm Medinelilerin toplu direniş yapacakları ihtimali de vardı. Bu değerlendirmeleri yapan Mekke ordusu komuta heyeti sonunda Medine şehrinin çıkış istikametini ablukaya alarak beklemeye karar verdi. Bu bekleme sırasında da Medine ordusunun şehir dışına çekilmesi durumunu dikkate alarak Uhud önlerinde çeşitli kuyular kazıp üstlerini örterek tuzaklar hazırladılar. 16.16. Mescid-i Nebevi de Savaş Stratejisi Üzerine Müşavereler Medine İslam Cumhuriyeti ileri gelenleri de Mekke ordusu ile nasıl ve nerede savaşılmasına karar vermek için Mescid-i Nebevi de toplandı. Hz.Muhammed@ ile münafıkların başı olan Abdullah bin Ubey ve savaş konusunda tecrübeli bazı şahsiyetler, Mekke ordusunun saldırısına şehrin içerisinde kalarak savunma şeklinde cevap verilmesi stratejisini tercih ettiler. Mekke ordusunun karşısına çıkıp bir meydan savaşı yapmanın tehlikeli olduğunu zira düşman ordusunun çok kalabalık oluşunun kendileri açısından büyük bir dezavantaj olduğunu ifade ettiler. Ama Mekke ordusunun şehre saldırması beklenir de şehir savunulacak olursa düşman kuvvetlerine çok büyük zayiatlar verdirileceği ve onların asla başarı sağlayamayacağı ifade edildi. Şehrin mimari yapısının (Şekil 4) savunmaya son derece elverişli olması yanında kadın ve çocukların da emniyette olacakları değerlendirildi. Dahası kadınların ve çocukların bile bu savaşa evlerin çatılarından / damlarından düşmana atacakları taşlarla savunmaya yardım edecekleri de dile getirildi. Diğer taraftan Medine’nin ayrık mahalle yapısından dolayı Mekke ordusunun mahalleler arasına dağılacağı ve böylece kuvvetlerinin azalacağı da değerlendirildi. [1] ) https://islamansiklopedisi.org.tr/uhud-gazvesi [2] ) Hz. Muhammed'in Hayatı ve İslâm Daveti –Medine Dönemi –Celalettin Vatandaş – Sahife 144 Şekil 4 Medine Şehir Yapısı Savunma stratejinin bütün bu avantajlarının yanı sıra başka avantajları da vardı. Şöyle ki; Medine’nin her kabilesi kendi mahallesinde savunma yapacaktı. Mekke ordusunun çocuklara ve kadınlara zarar verme endişelerinden kaynaklanan nedenlerle münafık olsun Yahudi olsun çatışmadan kimse kaçmayacak / kaçamayacaktı. Dolayısıyla şehir topyekûn direnecekti. Yukarıda anılan avantajlar dolayısıyla Medine’nin savunulma stratejisi kabul edilmek üzereyken bazı heyecanlı müminler savunma stratejisinin korkaklık olduğunu, meydana çıkıp düşmanla çarpışmanın yiğitlik olacağını savundular. Bu düşünceyi savunan müminlerden lyas b. Evs çıktı ve fikrini şöyle ifade etti; “Ey Allah'ın Resulü! Kureyş müşriklerinin kavimlerine dönüp 'Muhammed'i ve adamlarını Medine'de kıstırdık' demelerinden çekiniyorum. Medine'ye kapanmamız Kureyş'in cesaretini artırır. Bütün hurmalıklarımızı keser, bütün ekinlerimizi çiğnerler. Ey Allah'ın Resulü! Biz müşrikken Araplar üzerimize gelirlerdi de o zaman dahi Medine'ye sığınmazdık. Kılıçlarımızı sıyırır, üzerlerine hücum eder, aşağılanmış bir hâlde onları çevremizden kovardık. Bugün düşmanımızı savaş alanında karşılamaya ve defetmeye daha layık ve elverişli durumdayız- Senin sayende Allah'ın bizi destekleyeceğini bilip dururken bizi evlerimize kapatma.” ([1] ) Bu müminin sözlerinden anlaşıldığı üzere bu stratejinin dezavantajlarına da işaret edilmiştir. Şöyle ki; Mekke ordusu eğer Medine’nin yegâne geçim kaynağı olan ekinleri ve hurma ağaçlarını yok edecek olursa Medine İslam Cumhuriyetinin savaştan sonra ayakta kalması ekonomik nedenlerden dolayı zor olacaktı. Diğer taraftan Ebu Said el-Hudri’nin babası Malik b. Sinan’ın sözleri ise hem iman hem de yiğitlik ifade etmekteydi: "Ya Rasulallah! Biz, vallahi, iki iyiliğin arasında bulunuyoruz. Bu iyiliklerden birisi; Allah, bizi onlara galip ve muzaffer kılarsa-ki, böyle olmasını dileriz-bu da Bedir vakası gibi bir vaka olur, onlardan kaçıp kurtulanlardan başkası kalmaz. Ya Rasulallah! Bu iki iyilikten diğeri de Yüce Allah'ın bize şehitlik nasip etmesidir. Vallahi, ya Rasulallah! Bence bu ikisinden hangisi olursa olsun, onda hayır vardır" dedi. Hz. Hamza da: "Sana Kitabı indirmiş olan Allah'a andolsun ki, şu kılıcımla Medine dışında Kureyş müşrikleriyle çarpışmadıkça bir şey yemeyeceğim!" dedi. Meydana çıkarak Mekke müşrikleri ile göğüs göğüse çarpışma yapılmasını savunan müminlerin bu konuşmaları üzerine Ensar’ın çoğunluğu bu görüşe doğru kaydılar. Münafıkların başı olan Abdullah bin Ubey ve bazı yaşlı tecrübeli şahsiyetler ise bu görüşe şiddetle karşı çıktılar. Onlar «ne zaman Medine dışına çıkıldıysa yenilgiye uğranıldığını ama Medine içerisinde kalıp savunma yapıldığında ise galip gelindiğini» belirttiler. İyas bin Evs’in ifadeleri ile çelişen ifadeler sarf eden bu münafıklar belki de Hz. Peygamberin yalnız bırakılması, gücünün azaltılıp yenilmesini temin etmek için samimi mümin gençleri çaktırmadan gaza getirmişlerdi. Şayet kendi tercih ettikleri ve hatta Hz.Muhammed’in@ de katıldığı strateji kabul edilmeyecek olursa o takdirde savaşa katılmamak için gerekçeleri doğmuş olacaktı. Bu nedenle tartışmayı alevlendirdiler. Samimi mümin gençlerin sürekli onurlu ve kahramanca fakat stratejik akıldan yoksun olan meydan savaşı stratejisini savunan bir tutum içerisine girmelerini sağladılar. Hararetli tartışmalar sırasında münafıklar samimi mümin gençleri daha da kışkırtmak için savaş stratejisi bilmemekle suçladılar. Samimi mümin gençler ise onlara asıl savaşı bilmeyenlerin kendileri olduğunu belirttikleri gibi onları korkaklıkla da suçladılar. 16.17. Müşavereler Neticesinde Alınan Kararlar Şiddetli tartışmaların sonunda Hz.Muhammed@ de şehrin savunulması noktasında münafıklarla aynı görüşte olmasına rağmen münafıkların yanında yer almak yerine samimi müminlerin görüşünden yana tavır koymayı daha uygun buldu ve savaşı Medine dışında yapma kararı alındı. Münafıklar bu kararı hiç benimsemediler ve karar aleyhine tezvirat yapmaya başladılar. Onlar açısından peygamberimizi mücadelesinde yalnız bırakma yönündeki amaçlarına ulaşmak için gerekçeleri elde etmişlerdi. Şimdi bundan sonra yapacakları bu strateji aleyhine tezviratlarını iyice köpürtmek ve böylece Medine İslam Ordusundan koparabildikleri kadar asker koparmaktı. Karardan sonra müminler hazırlıklarını tamamladılar. Mekke ordusunun Uhud dağı eteklerine konuşlanmasından iki gün sonra Medine İslam Ordusu Uhud Savaşı için Medine’nin dışına hareket etti. Fakat Uhud’a hareket etmeden önce Mekke ordusu ile Medine dışında savaşma kararının yanlışlığını anlayan, hatta münafıkların gazına geldiklerini fark eden samimi müminler bu isteklerinden vazgeçtiklerini ve düşmanı Medine’de karşılama şeklinde kararın değiştirilebileceğini bildirerek peygamberimize özürlerini beyan ettiler. Fakat Hz.Muhammed@ bir karar alındıktan sonra o kararın gereğini yapmadan karar değiştirmenin, yönetimi ne yaptığını bilmeyen istikrarsız bir duruma düşüreceğini ifade eden bir konuşma yaparak onların talebini reddeder; “Bir peygamber düşmanla savaşmadan ve Allah onunla düşmanı arasındaki hükmünü vermeden zırhını çıkarmaz. Ben size ne emrediyorsam onu yapın. Haydi, Allah'ın ismini anarak yola çıkın. Sabır ve sebat ederseniz Allah'ın yardımı sizinle olacaktır” ([2] ) 16.18. Medine İslam Ordu’sunun Uhud’a Hareketi Yaklaşık 1000(bin) kişiden oluşan Medine İslam Ordusu Medine'den çıkarken Yahudilerden 600 kişilik bir birlik Medine İslam Ordusuna katılmak üzere geldi. Savaşın çıkacağı ayan beyan ortada olduğu zamanlarda savaşa katılmamak için çeşit çeşit bahaneler üreten ve ortalığı fitneye boğan Yahudilerin İslam Ordusuna katılmak için bir birlik göndermesinin nedeni, savaştan sonra Anayasayı ihlal etmediklerine yönelik bir delil göstermek içindi. Şayet savaşı İslam ordusu kazanırsa Anayasayı ihlal ettikleri gerekçesi ile İslam Cumhuriyeti tarafından yargılanmaları halinde, onlar “Biz Anayasadaki Medine’nin savunulmasına katkı sağlama yükümlülüğümüzü yerine getirmek için orduya katılmak üzere askeri kuvvet gönderdik” diyeceklerdi. Fakat Hz.Muhammed@ onların orduya katılma tekliflerini reddetti. Eğer peygamberimiz onların orduya katılmasına rıza gösterseydi bu kez de onlar müminlerin savaş stratejilerini bozarak yenilmelerini kolaylaştıracaklardı. Zira savaşa katılmamak için ortalığı karıştıran Yahudilerin şimdi orduya katılmaya çalışması samimiyetten uzaktı. Bu görüşün doğruluğunu ispat eden en önemli delil ise Yahudi âlimi olan Muhayrık’ın savaşa katılmak isteğini peygamberimizin geri çevirmemesidir. O samimiyetini Uhud’da şehit düşerek göstermiştir. Medine İslam Ordusu Uhud’a doğru Medine’den çıkarken Hz.Muhammed@ Şeyheyn denilen yerde orduyu konaklattı, orduya yeniden düzen verirken çocuk yaştaki delikanlıları geri gönderdi. Yaşları küçük olmasına rağmen kendilerini güçlü gösteren ve iyi bir okçu olan Rafi ile yaşı küçük olmasına rağmen iri kemikli olan Semure adlı iki delikanlının orduya katılmasına izin verdi. 16.19. Savaş Öncesi Medine İslam Ordu’sundan Ayrılmalar Şeyheyn'deki konaklama sırasında İslam Ordusunda bir bölünme yaşandı. Medine'de kalarak savunma savaşı verme konusunda ısrarcı olan Abdullah b. Ubey yan çizdi. O, peygamberimize hitaben “savaş strateji bilmeyen çocuk çoluğun ya da heyecanlarına yenilen kişilerin dediğine uyuyorsun da bizim gibi güngörmüş tecrübeli şahsiyetlerin sözlerini dikkate almıyorsun. Güya savaşı biz bilmiyoruz. Böyle savaş olmaz, yenilgi kaçınılmaz olacak vb.» sözler sarf etti. O, kendi görüşüne yakın duran kişileri de kandırıp yanına alarak hep birlikte İslam Ordusundan ayrıldılar. Yaklaşık 300 kişinin ayrılışıyla İslâm ordusu 700 kişiye düştü. Abdullah b. Ubey ve ona uyanların ordudan ayrılmaları, müminler için son derece moral bozucu olduğu gibi aynı zamanda ordunun gücünü de önemli ölçüde azaltmıştı. Hatta bu ayrılış İslam Ordusunun dağılmasına kadar gidebilecek olumsuz bir gelişmeydi. Bunun en önemli göstergesi ise Harise ve Selime kabilelerinin Medine İslam Ordusundan ayrılmayı düşünmeleri idi. Fakat Hz.Muhammed@ Bedir Savaşında da İslam Ordusunun gayet zayıf olmasına rağmen Cenab-ı Hakk’ın yardım için gönderdiği melaikelerle zafer kazanıldığından hareketle bu savaşta da ilahi yardımın geleceğini vaat ederek söz konusu kabileleri orduda kalmaya ikna etti ve böylece ordunun dağılmasının önüne geçti. Yalnız melaikelerle yapılacak yardımı sabırla mücadele etme ve emirlere itaat şartına bağlandığını da belirtti. Cenab-ı Hak, bu durumu savaştan sonra aşağıdaki ayetlerle kayıt altına aldırdı; 121-127- Hani sen, müminleri savaş meydanına götürüp mevzilerine yerleştirmek üzere sabah erkenden ehlinden ayrılmıştın. Allah, her şeyi işiten ve her şeyi bilendir. İşte o zaman içinizden iki topluluk, paniğe kapılıp neredeyse geri dönmek üzereydi. Hâlbuki Allah kendilerinin yardımcısıydı / velisiydi. Müminler sadece Allah'a tevekkül etmeli! Andolsun sizler güçsüz iken, Allah size Bedir'de yardım etmişti. Öyleyse Allah’tan sakının ki şükredenlerden olasınız. Hani sen müminlere, “Rabbinizin, indirilecek üç bin melekle size yardım etmesi size yetmez mi?” demiştin. Eğer sabreder ve takvalı davranacak / emirlere itaat edecek olursanız, düşman ansızın üzerinize saldırdığında, Rabbiniz eğitilmiş beş bin melekle size yardım edecektir. Allah, bu yardımı sırf size bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. İnkâr edenlerin bir kısmının kökünü kesmek yahut perişan olarak geri dönecek şekilde bozguna uğratmak için gerekli yardım sadece aziz ve hâkim Allah katındandır. (Al-i İmran Suresi 121-127) 16.20. Medine Ordusunun Karargâhı ve Savaş Düzeni Gece karanlık çökünce Peygamberimiz orduyu Şeyheyn’den Uhud’a doğru harekete geçirdi. Savaş meydan savaşı olacağı için savaşın yapılacağı yer olarak Mekke müşrik ordusunun karşısında yer alan bir düzlük seçildi. Hz. Peygamber@ Okçular / Ayneyn tepesini ve Uhud dağını arkalarına alacak şekilde İslam ordusunu bu düzlüğe konuşlandırdı. Savaş sırasında İslam Ordusu’nun Mekke müşrik ordusuna ait atlı birliklerce arkadan çevrelenmesini engellemek için Abdullah bin Cubeyr komutasında 40 / 50 okçudan oluşan birliği Okçular / Ayneyn tepesine yerleştirdi. Korktuğu başına gelmemesi için bu okçuları çok şiddetli bir şekilde uyardı; “Göreviniz bize yönelecek düşman süvari birliğini engellemek, onları oka tutarak püskürtmekten ibarettir. Yerlerinizde sağlamca durun ve bizi arkamızdan koruyun. Düşmanı yenip ganimet toplamaya başladığımızı veya yenilip darmadağın olduğumuzu görseniz bile benden emir almadıkça yerlerinizi terk etmeyin. Eğer sizler görevinizi yerine getirmezseniz bizler galip gelemeyiz” ([3] ) Okçular mevzilerine yerleştirildikten sonra peygamberimiz sabahın erken saatlerinde İslam Ordusunu savaşa hazır hale getirdi. [1] )Hz. Muhammed'in Hayatı ve İslâm Daveti- Medine Dönemi- Celalettin Vatandaş Sahife 145 [2] )Hz. Muhammed'in Hayatı ve İslâm Daveti- Medine Dönemi- Celalettin Vatandaş Sahife 147 [3] ) Hz. Muhammed'in Hayatı ve İslâm Daveti- Medine Dönemi- Celalettin Vatandaş Sahife 150
- Bölüm 32: KAZA UMRESİ | Allahın Rehberliği
BÖLÜM 32 KAZA UMRESİ 32.1. Umreden Önce Müminlerin Durumları Bir sene önce imzalanan Hudeybiye Anlaşmasına göre o sene yapılması gerekirken ertelenen umrenin vakti gelip çatmıştı. Hicretin 7. yılı Zilkade ayı girince, Hz.Muhammed@, Hudeybiye seferine katılanlara kaza umresine hazırlanmalarını emretti. Ancak Kaza umresi olarak adlandırılan bu umre için müminlerin hazırlanmaları gerekmektedir. Zira onlar Mekke’de yaşarken acı, işkence ve şiddete maruz kalmış, Medine’deki yaşamlarında da savaş ve akınlarda kayıplar vermiş, yaralanmış ve çeşitli zorluklar yaşamışlardı. Yaşanan bu acı ve ıstırapların intikamı için Hudeybiye seferi sırasında fırsat yakalamalarına rağmen barış yapılmış ve böylece müminlerin bu duyguları bastırılmıştı. Hudeybiye Barışını takiben geçen süreçte, Hayber’in fethi ile kendilerini tehdit eden en önemli düşman gücü de bertaraf edilmiş ve kendilerine karşı koyacak başka bir güç kalmamıştı. Bu durum müminlerin özgüvenlerini iyice artırmıştı. Artık geçen sene yapamadıkları umrenin yerine kaza umresi yapacaklardı. Bu umre sırasında Mekke müşrik yöneticileri yanlarında bulunmasa da diğer müşrik Arap kabile mensupları yanlarında bulunacak ve kendi batıl şirk inancına göre hac ritüellerini icra edeceklerdi. Müminlerin bunlara tahammül edemeyip onlara bir zarar vermeleri mümkündü. Hele ki bunlar kendilerine karşı çeşitli akınlarda savaştıkları kabilelerden olması halinde müminlerin duygularının, kin ve öfkelerinin kabarma ihtimali mevcuttu. Ayrıca yol boyunca karşılaşacakları müşrik kabilelere sataşmaları, onlara zarar vermeleri, mallarına el koymaları içten bile değildi. Savaş halinde oldukları müşrik kabilelerin sürülerine rastladıkları takdirde o sürüleri ganimet olarak almaları da bu müminlerce normal olarak görülebilecekti. 32.2. Müminlerin Kaza Umresine Hazırlanmaları Hz.Muhammed@ bu umreyi güvenli bir şekilde sonuçlandırmayı tasarladığı gibi bu umre sırasında hem Mekkelileri hem de birlikte umre yapacakları müşrik kabileleri etkileyici tavır ve davranışları sergileme stratejileri üzerine düşünüyordu. Ayrıca müminlerin tahriklere kapılabileceği, bu zamana kadar kendilerine reva görülen zulümler nedeniyle öfkelerine yenilerek intikam almaya kalkabileceği, bu nedenle yanlış yapabileceklerini, barışı bozabileceklerini ve menfi etki yaratabilecek olumsuz tavır ve davranışlar sergileyebileceklerini ve bu tür yanlışlıklara meydan verilmemesi için gerekli önlemlerin alınması gerektiğini düşünüyordu. Cenab-ı Hak, Maide Suresi’nin ilk 11 ayetini inzal ederek elçisine bu konuda rehberlik etti. Bu umreye hazırlık kapsamında müminler önce barış sözleşmesinin şartlarına uymaları konusunda ikaz edildiler. Daha sonra ihramlı iken avlanmanın yasak olduğu ve bu kuralı müminlerin ihlal etmemeleri gerektiği bildirildi. Bu kapsamda yol boyunca rastlanılacak müşrik kabilelerin sürülerine de herhangi bir saldırı yapılmayacağı belirtildi. Umreye gelen müşrik kabilelerin beraberinde getirdikleri kurbanlık hayvanlara, putlara ve / veya Allah’a adanmış hayvanlara ve umreye niyet ettiklerine ilişkin belirtileri taşıyan müşriklere de asla saldırmamaları konusunda müminler uyarıldılar. Geçen sene yapacakları umreden geri çeviren müşriklere duyulan kin ve öfke dolayısıyla müminlerin bu duygularına yenilmemeleri, intikam duyguları ile hareket etmemeleri konusunda tembihlendi. Daima hayırlarda yarışmaları / iyiliklerde rekabet etmeleri onlardan istendi. 1 – 2- Ey iman edenler! Anlaşmaların / Sözleşmelerin şartlarına uyun. İhramlı iken avlanmayı helal saymamanız şartıyla ve şimdi size okunacak olanlar müstesna olmak üzere çeşitli hayvanlar size helal kılındı. Şüphesiz Allah dilediği hükmü verir. Ey iman edenler! Allah'ın alametlerine, haram aya, kurbanlık hediyelere, bilhassa gerdanlığı olan hayvan ve sahiplerine (yani hacıların düşmandan korunmak için kendilerine ve hayvanlarına taktıkları süsler nedeniyle hacca gelen kimselere ve hayvanlarına) ve Rablerinden lütuf ve rıza bekleyerek Kâbe’ye yönelenlere sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. Geçen sene sizi Mescid-i Haram'dan çeviren Mekkeli müşriklere karşı beslediğiniz öfke ve hıncınız, sakın sizi aşırılık ve saldırganlığa sevk etmesin. İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir. (Maide Suresi 1-2) 32.3. İslam Cumhuriyetinin Meşruiyet Kazandığının Bildirilerek Müminlerin Medeni Bir Duruşa Davet Edilmeleri Müminlere umre sırasında yanlış yapmamaları konusunda uyarılar yapıldıktan sonra sıra onları medeni kılacak diğer tavır ve davranış kurallarını bildirmeye gelmişti. Bu çerçevede müminlerin leş, kan, domuz eti ve şirk adetlerine göre kesilmiş etlere yanaşmamaları bildirildi. Daha önce açıklanmış haram yiyeceklere ek olarak müşriklerin ne bulursa yedikleri yiyecek nevileri (boynuzlanmış, yüksekten düşmüş, vahşi hayvanlarca parçalanmış vb.) de yenilmeyecekler kapsamında zikredildi. Kısaca kendisi bizatihi pis olan yiyeceklerden ve kirli yollardan / hak edilmeyen yollardan elde edilecek geçimlik ve yiyeceklerden uzak durmaları müminlere emredildi. Bunların şirk sisteminin alışkanlıkları oldukları bildirildi. Şayet bu yiyeceklere eskiden olduğu gibi büyük bir istekle ve arzuyla yönelinecek olurlarsa bunun doğru yoldan sapmak olacağı ifade edildi. Şirk sisteminin cari olduğu eski zamanlarda bu yiyecekler şirk dinince mubah olan hatta dinin öngördüğü yiyecekler olduğundan, insanlar bu yiyecekleri büyük bir zevkle tüketirlerdi. Şirk sisteminin öngördüğü ekonomide, insanlar hakkaniyet ve meşru yollardan geçimlik elde etmekten ziyade gayri meşru / kirli yollardan geçimlik elde etmeyi daha hoş görüyorlardı. Ancak Cenab-ı Hak, bu kirli yolları izleyerek elde edilecek yiyeceklere ve kendisi bizatihi pis iğrenç olan yiyeceklere karşı müminlerin mesafeli durmalarını tembihledi. Zorda kalmadıkça bunlara tamah etmemeleri gerektiğini bildirdi. Böylelikle müminler medeni bir duruş gösterecekler ve bu asil duruş müşrik halkı etkileyecekti. Bu duruş, aynı zamanda müminlerin savundukları dinlerinin / dünya görüşlerinin şirk sistemine galip geldiğinin bir göstergesi olacaktı. Artık müminler dünya görüşlerinin hayata geçirildiği bir devlete kavuşmuş ve bu devlet de herkesçe kabul edilen meşru bir egemenliğe sahipti. Müşrikler artık Medine İslam Cumhuriyetini tanımışlar ve onu yıkıp yok etme umutlarını kaybetmişlerdi. Cenab-ı Hak gelinen bu aşamanın Hudeybiye’de Barış yolunu (İslam’ı) seçmekle kazanıldığını belirtti. Böylece bugün İslam Cumhuriyetinin / Dininin dolayısıyla müminlerin hâkimiyetleri olgunlaşmış (İslam dini kemale ermiş) ve Cenab-ı Hak vadettiği iktidar nimetini tamamlamış / pekiştirmişti. 3 – Ey Müminler! Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen, boğulmuş, putlara kurban olmaları için işaretlenmiş, yukardan düşmüş, boynuzlanmış, yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış olup da canlı iken kesmedikleriniz, dikili taşlara (putlara) adanarak boğazlanan hayvanlar ve fal oklarıyla paylaştırılan hayvan etleri size haram kılındı. Bunlar fısktır / şirk sisteminin öngördüğü iğrençliklerdir. Bugün artık müşrikler / inkârcılar, sizi yenebilme / dininizi (devletinizi) yıkmaya ilişkin ümitlerini kaybetmişlerdir. Dolayısıyla artık onlardan korkmayın, benden korkun. Sizin için (Hudeybiye’de) İslam / Barış yolunu (dinini) ihtiyar ettim ve böylece bugün dininizi (devletinizi) kemale erdirerek / egemen kılarak, size vaat ettiğim nimetimi tamamladım. Bundan böyle kim açlıktan daralır, günaha istekle yönelmeden bunlardan yemek zorunda kalırsa, ancak o takdirde ona günah yoktur. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. (Maide Suresi 3) 32.4. Ayrıntılara İlişkin Tereddütlerin Giderilmesi Şirk sisteminin geçerli olduğu cahiliye döneminde kirli yollardan elde edilen geçimlikler / yiyeceklerin haram olduğu bildirildikten sonra sıra helal / serbest olanların da açıklığa kavuşturulmasına gelmişti. Zira yine şirk sisteminde bazı temiz ve helal yollardan elde edilen geçimlik ve yiyecekler haram sayılarak insanlar haram yolları tercih etmeye zorlanıyorlardı. Günümüzde bazı ülkelerde nasıl insanlar normal hukuki yollardan işlerini halletmekte / geçimliklerini ve yiyeceklerini elde etmekte zorlanıyor ve yasal olmayan yollara mahkûm ediliyorlarsa o zaman ki şirk sistemi de aynı şekilde insanların doğru ve hukuka uygun yollardan değil de gayri meşru yollardan işlerini halletmelerini / geçimliklerini ve yiyeceklerini elde etmelerini öngörüyordu. Cenab-ı Hak, şirk / zulüm sisteminin öngördüğü bu gayri hukuki yolları yasaklarken geçimlik ve yiyecek elde etmede helal / serbestlik için “iyi ve temiz” olma ilkesini genel bir kaide olarak ortaya koydu. Temiz ve hakkaniyetli yollardan elde edilmiş yiyeceklerin helal olması kuralı ile müminlerin müşriklere karşı asil ve medeni duruşları tamamlanacaktı. Ancak yukarıda sayılanlar arasında olup olmadıklarına dair şüpheler oluşturacak bazı durumların da açıklığa kavuşturulması gerekmekteydi. Bu minvalde av köpekleri tarafından yakalanan hayvanların etinin yenebileceği zira o köpekleri eğitmek için yapılan çabaların / emeğin onların yakaladıklarını yemeyi meşrulaştırdığı beyan edildi. Helal ve haram yiyeceklere dair müminlerin zihninde oluşan tereddütlerden bir diğeri de ehli kitap mensuplarının yiyecekleri idi. Cenab-ı Hak, müminlerin bu tereddütlerini ortadan kaldırmak için ehli kitap mensuplarının yemeklerini yemenin ve onların da müminlerin yemeklerini yemesinin helal olduğunu bildirdi. Zira İslam Cumhuriyetinin egemenliği altına giren Mümin, Yahudi ve Hristiyan topluluklarda artık bundan sonra gayri meşru / hukuksuz / kirli ve iğrenç yollardan yiyecek ve geçimlik temin etmenin yolları kapatılmıştı. Müminlerin zihnindeki bir diğer soru ise ehli kitap kadınlar ile evliliğin helal olup olmadığı idi. Cenab-ı Hak, Ehli Kitaba mensup kadınlardan temiz, iffetli, namuslu, gizli dostu olmayanları ile evlenebilmeleri konusunda müminlere ruhsat verdi. Cenab-ı Hak, müminler için bu düzenlemeleri getirdikten sonra eğer müminlerden bu düzenlemelere karşı çıkacak olan olursa onun şimdiye kadar yaptığı tüm çaba ve fedakârlıkların boşa gideceğini ve hüsrana uğrayarak cezalandırılacağını da bildirdi. 4 - 5- Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: “İyi, güzel ve temiz olan tüm yiyecekler size helal kılındı.” Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını da yiyebilirsiniz. Fakat onların üzerine Allah'ın adını anın (besmele çekin), Allah'tan korkun. Muhakkak Allah, hesabı çabuk görendir. Bugün size iyi, güzel ve temiz şeyler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helal olduğu gibi, sizin yiyeceğiniz de onlara helaldir. Müminlerden iffetli hür kadınlar ve sizden önce kendilerine kitap verilen hür kadınlarla evlenmeniz helaldir. Elbette ki mehirlerini ödemeniz, zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın, namuslu bir şekilde yaşamanız şartıyla bu helal oluş geçerlidir. Her kim imanı (bu hükümleri) inkâr ederse, / tanımazsa, ameli boşa gitmiş olur ve o kimse ahirette hüsrana uğrayanlardandır. (Maide Suresi 4-5) 32.5. Temiz Toplum Meydana Getirerek Büyük Medeniyete Ulaşmak Medeni bir toplumun diğer önemli bir vasfı da temiz olmaktır. Müminlerin müşriklerden ayırt edilmesi ve onlardan asil ve üstün bir statü kazanması için Cenab-ı Hak müminlerden temiz olmalarını emretti. Bu temizliği sağlamak içinde temizlik faaliyetini periyodik hale getirerek namaz kılma (Allah’ı anma töreni) öncesinde gerçekleştirmelerini istedi. Temizlik esas olmakla birlikte suyun bulunmadığı zamanlarda yine de Kendi huzuruna çıkarken müminlerin temiz bir toprağa yönelmelerini emretti. Bu aynı zamanda metaforik olarak müminler Allah’a yöneldiklerinde Allah’ın hükümeti için yapılacak her hayırlı eylemin mutlaka temiz bir niyet taşıması ve temiz bir amaca yönelik olması gerektiğini de ifade ediyordu. Cenab-ı Hak, bu temizlik eyleminin aslında müminlerin hem maddi hem de manevi temizlik amacı taşıdığını bildirdikten sonra müminlere bu mükellefiyeti getirmesinin nedeni olarak iktidar / devlet / medeniyet nimetinin tamama erdirilmesi olduğunu bildirdi. Yani bu mükellefiyetlerin esas gayesinin müminlere vaat edilen büyük medeniyete / devlete ulaşmaları ve bu nimetin tamama erdirilmesi olduğu belirtildi. İnsanlar tercih edecekleri ideolojide iyi yönde farklılık ve üstünlük görmek isterler. Devlet / Medeniyet / Din nimetinin tamama ermesi için müntesiplerinin ve ilkelerin çok cazibedar olmaları gerekir. Temiz olmak ve temiz fikirli olmak da insanları çeken çok cazibedar bir özelliktir. Umreye giderken müminlerin bu özelliklerle bezenmesi müşrik halkı çok etkileyecektir. Bu nedenle müminlerin yeni gelen bu düzenlemelere harfiyen uymaları istenir ve bu hususta daha önce verilen «işittik ve itaat ettik» sözü hatırlatılır. 6 – 7- Ey iman edenler! Salat (namazı müteakip kamu hizmetleri) için kalktığınız zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı meshedin ve ayaklarınızı topuklarınıza kadar yıkayın. Eğer cünüp iseniz temizlenin / yıkanın. Eğer hasta veya yolcu iseniz yahut biriniz abdest bozmaktan gelmişse veya kadınlara dokunmuşsa ve su da bulamamışsanız, temiz bir toprağa teyemmüm edin / yönelin ve onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin. Allah size bir güçlük çıkarmak istemiyor, fakat sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimetini (iktidar / hükümet / devlet nimetini) tamamlamak istiyor. Umulur ki şükredersiniz. Allah'ın, üzerinizdeki nimetini (iktidar / hükümet / devlet nimetini) düşünün ve “İşittik, itaat ettik” dediğinizde sizden aldığı ve kendisiyle sizi bağladığı ahdini (anayasal sözleşme yeminini / biatınızı) hatırlayın. Allah'tan korkun, çünkü Allah göğüslerin özünü çok iyi bilir. (Maide Suresi 6-7) Müminlerin kurdukları İslam Cumhuriyetini ayakta tutmaları ve bu Cumhuriyeti büyük bir medeniyete götürebilmeleri için bütün güçleri ile çaba sarf etmeleri ve adalete şahitlik yapmaları / adaleti tesis etmeleri emredilir. Öyle ki geçmişte yaptıkları zulüm ve haksızlıklar nedeniyle kendilerine duyulan kin ve öfke bile müminleri o müşriklere adil davranmaktan alıkoymamalıdır. Böylece zulüm ve haksızlıktan bıkmış olan müşrik halk müminlerin «haktan ve adaletten» yana olmalarından etkileneceklerdir. Hatta kendilerine haksızlık, zulüm ve işkenceler yapanlara karşı kalplerindeki öfke ve kine rağmen hak ve adaletten ayrılmayan müminler, müşrik halkı son derece etkileyecektir. Bu davranışlar, başkalarını etkilemek adına yapılmasa da sonuçta bunlar İslam Cumhuriyeti nimetinin kemale ermesi ve büyük bir medeniyete evrilmesinde çok etkilidir. Ayrıca İslam Cumhuriyeti nimetinin son derece önemli bir nimet olduğu özellikle hatırlatılır. Zira bir zamanlar müminler Mekke’de zayıf, çaresiz ve devletsiz iken, o müşriklerin ellerinde oyuncak oldukları ve hatta öldürmeyi planlamışlarken şimdi Allah müşrik inkârcılara karşı müminlere iktidar ve üstünlük bahşetti. Değerini bilenler için bu çok büyük bir lütuftur. Şimdi çıkılacak kaza umresi sırasında da Cenab-ı Hakk’ın ve elçisinin emirlerine uymada titizlik göstermeleri ve Mekke müşriklerinin barışa rağmen yapabilecekleri ihanet tehlikesine karşı Allah’a tevekkül edip elçisinin talimatlarına uymaları emredildi. 8 - 11- Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun. Çünkü o, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkun. / emirlerine uyun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Allah, iman edip salih amel işleyenlere şöyle vaat etmiştir; Onlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır. İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlara gelince; işte onlar, cehennemliklerdir. Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani bir (Mekkeli Kureyş) kavmi size el uzatmayı (öldürmeyi) planlamıştı da, Allah buna engel olarak onların ellerini sizden çekmişti. Öyleyse Allah'ın emirlerine uyun. Müminler yalnız Allah'a tevekkül etsinler. (Maide Suresi 8-11) 32.6. Kaza Umresine Çıkış Hz.Muhammed@, Hudeybiye seferine katılanlara kaza umresine gitmek için gerekli hazırlıkların yapılmasını emrederken tam teçhizatlı olarak silahlanmalarını da istedi. Hudeybiye anlaşması hükümleri müminlerin silahsız olarak Mekke’ye girmelerini öngörüyordu. Sadece seyahat sırasında yırtıcı hayvanlardan korunmak için kılıçlar getirilebilecek ve bu kılıçlar kınlarında olarak umre yapmaya müsaade vardı. Fakat peygamberimiz müminlerin umre sırasında Mekkelilerin saldırılarına maruz kalabilecekleri konusundaki korku ve endişelerini bildiği için savaş teçhizatlarını yanlarına almalarını emretti. Bunun yanında Anlaşma hükümlerine de uyma hususunda tereddüt yaşamıyor, Allah’a tevekkül ettiği gibi herhangi olumsuz bir durum yaşamamak için de gerekli tedbirlerini alıyordu. Bu kapsamda Hz.Muhammed@ anlaşmaya uyarak Mekke’ye silahlı girilmeyeceğini ama yine anlaşma hükümlerine uyarak savaş silahlarını Mekke dışında tutacağını bildirdi. Bu tedbiri Mekkelilerin anlaşmaya ihanet etmesi halinde gafil avlanmamak için alındığını belirtti. Ayrıca 100 atlıdan oluşacak bir süvari birliğinin hazırlanmasını da emretti. Kaza umresi için 2000 civarında mümin hazırlandı. 32.7. Kafilenin Mekke’ye Varışı Müminler kurban etmek üzere beraberlerinde altmış deve götürdüler. Hz.Muhammed@, Medine'de yerine Ebu Zerr Gıfari'yi vekil bıraktı. Süvari birliğinin başına Muhammed b. Mesleme’yi kumandan olarak tayin etti ve onları kafilenin önünde olacak şekilde kafileyi yola çıkardı. Müminler Zü'l-huleyfe'ye geldikleri zaman, ihrama girdiler ve telbiyeye başladılar. Savaş silahlarını ise kurbanlık develerin üzerine yüklediler. Süvari birliği ise tam teçhizatlı olarak umre kafilesini korumaya alarak Mekke’ye doğru ilerlediler. Mekke yönetimi müminlerin silahlı olarak geldikleri haberini alınca, Hz.Muhammed’in@ anlaşmaya ihanet ettiğini ve umre bahanesiyle Mekke’yi işgal edeceğini düşünerek telaşa kapıldılar. Hemen acele toplanıp durum değerlendirmesi yaptılar. Hz.Muhammed’e@ bu hareketinin anlaşmaya aykırı olduğunu ve Mekke’ye silahlı olarak giremeyeceğini bildirmek üzere Mikrezi elçi olarak gönderdiler. Mikrez Hz.Muhammed’in@ huzuruna girdi ve Anlaşma şartlarına riayet edilmediğini, sefer kılıçları hariç savaş teçhizatı taşımadan umre yapılacağının anlaşma hükmü olduğunu hatırlattı. Hz.Muhammed@ ise anlaşmaya uyduğunu Kabe’ye silahsız gireceklerini ancak Mekke yönetimine güvenmediğini onların her an anlaşmaya ihanet edebileceğini ve böyle bir durumla karşılaşılması halinde silahlarının her an kolunun ulaşabileceği bir yakınlıkta olmasının da anlaşmaya aykırı olmadığını bildirdi. Ayrıca Hz.Muhammed@ kendisinin geçmiş yaşamından da bilindiği üzere «el emin» olduğunu, asla sözleşmelerine ihanet etmediğini ve bu günde ihanet etmesinin mümkün olmadığını bildirdi. Bu sözleriyle zımnen Mekkeli müşriklerin ise asla sözlerinde durmadıklarını ve asıl onların ihanet içerisinde oldukları vurgusunu yapmış oldu. Mikrez bu konuşmadan sonra Mekke Yönetimine geri döndü ve onlara Hz.Muhammed’in@ anlaşmaya aykırı davranmadığını, silahları Mekke dışında ama kolunun uzanabileceği bir yakınlıkta tutmak istediğini, Mekke’yi işgal etmek gibi bir niyetinin olmadığını bildirdi. Silahlı gelmesinin nedenini de Mekke Yönetimine güvenmediği, aslında bu durumun kendileri açısından son derece aşağılık bir durum olduğunu da bildirdi. Bunun üzerine Mekke Yönetimi anlaşma gereğince Mekke’yi boşalttı ve dağlara çekildi. Hz.Muhammed@, Merru'z-Zehran'a gelince, bütün savaş silahlarını ve yüz kişilik süvari birliğinin yanına yüz savaşçıyı da katarak atlı ve yayadan oluşan 200 kişilik silahlı bir birliği Batn-ı Ye'cec'e ([1] ) gönderdi. Birliğin komutasına da Evs bin Havliyi getirdi. 32.8. Hz.Muhammed’in@ Mekke’ye Girişi ve Güç Gösterisi Hz.Muhammed@ devesi Kusvaya binmiş vaziyette ve çevresinde kılıçlarını kuşanmış müminlerle birlikte telbiye getirerek Mekke’ye giriş yapıyordu. Onların bu girişi muzaffer bir komutanın ve askerlerin geçit resmini andırıyordu. Başta Haşim oğulları olmak üzere Mekke halkı ve umreye gelmiş diğer müşrik insanlar onların çevrelerini sarmış olanları izliyordu. Mekke muhteşem bir güç gösterisine sahne oluyordu. Hz.Muhammed@ Abdullah bin Revaha’ya geçit resminin sunuculuğu ve topluluğa slogan attırma vazifesini vermişti. O da sunuculuk sırasında şu sözleri haykırıyordu; “Allah'ın ismi ile başlarım, O'nun dininden başka gerçek din yoktur; diğerleri hep batıl. Allah'ın ismi ile başlarım, Muhammed O'nun Resulüdür. Ey kâfir dölleri çekilin O'nun yolundan! Çekilin! Çünkü her türlü hayır O'nun yolundadır. O'nun Tenzil'ine göre size darbe vurduğumuz gibi, Bugün de O'nun Tevil'i üzere size darbe vuruyoruz. Hem de başları omuz ve gövdelerden ayıran, Dosta dostunu unutturan ölümcül bir darbe ile....”([2] ) Mescid-i Haram’a girinceye kadar telbiye ve Abdullah bin Revaha’nın haykırması devam etti. Hz.Muhammed@ müminlere tavaf ederken güçlü görünmenin taktiklerini de vermişti. Onlar sağ omuzlarını açtılar ve Kabe’yi hızlı ve sert adımlarla (rap rap) tavaf ettiler. Hacer’ül Esved’e yaklaşınca hareketler yavaşlatılıyor ayrılınca tekrar hızlanıyordu. Bir taraftan da Hz.Muhammed@ yine Abdullah b. Revaha’ya slogan attırıyordu. Ondan şu sözleri söyleyip tüm müminlerin tekrar etmelerini istiyordu; "Allah'tan başka hiçbir ilah ve mabud yoktur! Bir olan O'dur! Va'dini gerçekleştiren O'dur! Bu kuluna yardım eden O'dur! Askerlerini güçlendiren O'dur! Toplanmış olan kabileleri bozguna uğratan da yalnız O'dur!” Kâbe atılan sloganlarla inliyordu. Bir ara Hz. Ömer bu sloganların çok ileri gittiğini Mekke yönetimini son derece tahrik ettiğini bu nedenle kesilmesi gerektiğini bildirse de Hz.Muhammed@ bu sloganların Mekke Yönetimine ok atmaktan daha tesirli olduğunu bildirmiş ve Abdullah bin Revaha’nın slogan atmasını devam ettirmiştir. Öğle namazı vakti gelince Hz.Muhammed@ Bilal-i Habeşi'ye ezan okumasını emretti. O da Kâbe’nin damına çıktı ve öğle ezanını okudu. Bilal-i Habeşi'nin ezanını işitince Ebu Cehil’in oğlu İkrime, Safvan bin Ümeyye, Halid bin Esed, Süheyl bin Amr gibi Mekke yöneticileri yüzlerini kapadılar ve rezil oldukları bu sahneyi babalarının görmediği için Allah’a şükrettiler. Hz.Muhammed@ umre süresince Mekke'de üç gün kaldı. Kaldığı sürece Mekke’deki hiçbir evde konaklamadı. Kendisi için kurulan çadırda ikamet etti. Zira o dönem geleneklerine göre Mekkelilerden birisinin evinde kalması demek o kimseye sığınması demek olduğu için kimseye misafir olmadı. Bu aynı zamanda peygamberimizin tedbiri elden bırakmayışının bir göstergesi olarak da anlaşılabilir. 32.9. Hz.Muhammed’in@ Meymune ile Nikâhlanması Hz.Muhammed@ umre süresince Mekkelileri etkilemek için her türlü yol ve yöntemi denedi. Umrenin başlangıcında yapmış olduğu ezici, baskı altına alıcı güç gösterisinden sonra Mekke Yöneticilerini etkilemenin ve onlarla iyi diyaloğa girmenin yollarını da aradı. O’nun aradığı fırsatı amcası Hz. Abbas verdi ve Hz. Meymune ile nikâhlanmasını önerdi. Hz. Meymune Hz. Abbas’ın baldızı olduğu gibi aynı zamanda Halid b. Velid’in eşi ile çok yakın akraba idi. Onunla yapılacak nikâh, Mekke’nin en önemli komutanını Hz.Muhammed’e@ yakınlaştıracaktı. Ayrıca üç günlük umre süresinin bitiminden sonra tertip edilecek bir düğün yemeği ile bütün Mekke Yönetimi davet edilerek aradaki buzların eritilmesi ve onların kalplerinin kazanılmasına vesile olacak diyaloglar mümkün olabilirdi. Hz.Muhammed@ yakaladığı bu büyük fırsatı hemen değerlendirdi ve teklifi kabul etti. Teklif Hz. Meymune’ye de yapıldığında o hiç tereddüt etmeden teklifi kabul etti ve nikâh akdi yapıldı. Sıra düğün törenine gelmişti. Fakat anlaşmaya göre umre için üç günlük süre de dolmuştu. Mekke Yönetimi Süheyl bin Amr’ı ve Huveytıb bin Abduluzza’yı Hz.Muhammed’e@ sürenin dolduğunu ve Mekke’yi bir an önce terk etmeleri gerektiğini bildirmek için gönderdi. Hz.Muhammed Süheyl’e yeni nikâhladığı eşi için düğün töreni yapmak istediğini ve Mekke Yöneticileri ile birlikte bir düğün yemeği yemek arzusunu dile getirdi. Bu amaçla üç gün daha süre verilmesini talep etti. Fakat Süheyl bu teklifi çok kaba bir şekilde reddetti ve anlaşma gereğince Mekke’yi derhal terk etmelerini söyledi. Bunun üzerine Sa’d bin Ubade, Süheyl’e çok ağır küfürler ederek bu toprakların kendilerine ait olmadığını bütün Araplara / insanlara ait topraklar olduğunu vurguladıktan sonra Hz.Muhammed’in@ onların istekleriyle değil kendi isteğiyle ve bununda anlaşma hükümlerine riayet sadedinde olduğu için Mekke’yi terk edeceğini haykırdı. Hz.Muhammed Sad bin Ubade’ye müdahale etti ve onların makamda misafir olduklarını ve misafirleri incitmemeleri gerektiğini belirttikten sonra akşam olmadan Mekke’yi terk etmek için hazırlık yapılması talimatını verdi. Müminler Mekke’yi boşalttılar ve Mekke’nin dışında yer alan Şerif mevkiinde Hz. Meymune ile Hz.Muhammed’in@ düğün törenleri yapıldı. 32.10. Kaza Umresinin Mekke’de Bıraktığı Müspet Etkiler Müminler Mekke’den ayrılınca Mekke Yönetimi derin bir nefes aldı. Fakat Hz.Muhammed’in@ yaptığı bu umre Mekke’de derin tesirler bıraktı. Hz.Muhammed’in@ güç gösterisi ve sonrasındaki barışçıl tutumu hem Mekke halkı hem de yönetimdekileri psikolojik olarak çok etkiledi ve Hz.Muhammed’in@ yanında yer almanın kaçınılmazlığını ve vaktinin gelip geçmekte olduğunu düşünür olmaya başladılar. Hatta bunların en önemlileri Halid bin Velid, Osman bin Talha ve Amr bin As idi. Hz.Muhammed@ umre süresince kendilerine ulaşamadığı Mekke liderlerinden bazılarına çeşitli aracılar vasıtasıyla Medine İslam Cumhuriyetine katılacak olurlarsa önemli makamlarda yer alacakları, kendilerine değer verileceği haberlerini de ulaştırdı. Ayrıca bu hareketin artık durdurulamayacağını ve iş işten geçmeden katılım sağlamalarının kendi menfaatlerine olacağına yönelik mesajlarını da onlara ulaştırdı. 32.11. Mekke Liderlerinin Biat / Teslim Olma Düşünceleri Mesajları alan Halid b. Velid, Amr b. As ve Osman b. Talha durumu iyi değerlendirdiler ve Medine’ye katılım konusunu daha ciddi olarak ele aldılar. Amr b.As artık Mekke’yi terk etme noktasına gelmişti. O Habeşistan’a göç etti. Dostu Necaşi ile görüştü. Necaşi onunla yaptığı sohbette kendisini Hz.Muhammed’e@ katılmaya ikna etti. O da Habeşistan’dan doğruca biat etmek üzere Medine’nin yolunu tuttu. Halid b. Velid, Hz.Muhammed’in@ mesajını kardeşinin kendisine bıraktığı mektuptan aldı ve Medine İslam Cumhuriyetine katılmaya karar verdi. Kararını en yakın arkadaşları olan İkrime ve Safvan b. Ümeyye’ye açtı ve onları da bu katılıma davet etti. Fakat onlar bu daveti geri çevirdiler. Halid bin Velid daha sonra Osman b. Talha’yı İslam Cumhuriyetine katılıma davet etti. Uzun zamandır bunu / biat etmeyi düşünen Osman b. Talha, teklifi hemen kabul etti ve birlikte Medine’nin yolunu tuttular. Yolda Amr b. As ile karşılaştılar. Her iki tarafta önce niyetlerini gizlediler fakat yol arkadaşlıkları sırasında birbirlerinin niyetlerinin aynı olduğunu anladılar. Mekke’nin üç büyük yöneticisi Medine’ye ulaştılar ve Hz.Muhammed’e@ biat ettiler. Şimdiye kadar yaptıkları düşmanca muamele ve verdikleri zararlardan bağışlanma dilediler. Böylece Mekke Yönetimi, en önemli harp dahisi yöneticilerini Medine İslam Cumhuriyetine kaptırdı. 32.12. Mekkelilerin Müminlere Karşı Yumuşaması Kaza umresindeki yapılan hareketlerin ne kadar etkileyici olduğu, dahası Hz.Muhammed’in@ gücünün artık karşı konulmaz olduğu Mekkeliler tarafından artık kabullenildi. Halid b. Velid teslim olma kararını diğer ileri gelenlere açtığında eskiden gösterilen şiddette bir tepkiyle karşılaşmamıştı. Amr b. As ise Hz.Muhammed’e@ biat ettikten sonra Mekke’ye döndü. Fakat Mekke yönetiminin kendisine karşı hiçbir kötü muamelesi ile karşılaşmadı. Eskiden olsaydı ya hapsedilir ve / veya işkence edilirdi. Ama şimdi herhangi olumsuz bir tepki gösterilmiyordu. Bu durum Mekke’nin artık giderek Medine’ye teslim olmaya doğru hızla yol aldığını göstermekteydi. [1] ) Batn-ı Ye'cec; Mekke'ye 5 km uzaklıkta bir yerdir ve oradan bakıldığında Mekke Hareminde olan biten her şey rahatlıkla izlenebilir. [2] )Hz.Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti :Celalettin Vatandaş Cilt 2. sahife 398
- Bölüm 20: Gelecek Öngörüleri | Allahın Rehberliği
BÖLÜM 20 GELECEK ÖNGÖRÜLERİ Cenab-ı Hak, ağırlıklı olarak boykot / eğitim kampı yıllarında gönderdiği kıssalarla müminleri eğitmekte, onların gelecekte inşa edecekleri medeniyetin temel düşüncesini / felsefesini çok güzel temsiller getirerek anlatmakta ve bu temsiller aracılığı ile müminlerin hafızalarına nakşetmektir. Anlatılan kıssalar aynı zamanda mucizevi ihbarları ve müjdeleri kapsadığından müminlere moral olurken Mekkeli müşrikler için uyarı niteliği arz etmekteydi. Kıssalar çevre ülkelerde cereyan eden tarihi olaylardan alıntılandığı için gelecekte kurulacak medeniyetin çapının söz konusu bu ülkeleri de kapsayacağından şimdiden bu ülkeler ve toplumlar müminlere tanıtılmakta ve bu ülke halkları ile onların kahramanları olan peygamberlerin hayat hikayelerinin sahiplenilmesi yoluyla birliğin dayanak noktaları / ortak noktaları oluşturulmaktadır. Yani halkları birliğe / tevhide götürmek için ortak değerler, ortak kahramanlar, ortak peygamberler ile sevgi bağı oluşturulmaktadır. Kıssaları içeren sureler çevre ülkelere ve kabilelere yayıldıkça bu surelerin ulaştığı yerlerde Hz.Muhammed’in@ hareketine karşı sevgi ve yakınlık meydana gelmekteydi. Dolayısıyla gelecekte çevre ülke insanlarının İslami harekete katılmaları kolaylaştırılıyordu. Kıssalar sayesinde herkes Hz.Muhammed’in@ hareketinde kendinden bir şeyler bulabilecekti. Egemenlik ve medeniyet bütün kabile ve milletlerin gönüllü katılımları ile sağlanacaktı. Peygamberimiz Mekkelilere tevhidin egemenliğinin mutlaka sağlanacağını ve şirk sistemini savunanların kıyametinin çok yakın olduğunu ilan ediyordu. Fakat boykotçu Mekke müşrik elitleri ise Arap kabileleri arasında birliği sağlamanın imkânsız olduğunu, tevhidin sağlanamayacağını söylüyorlar ve şirk sisteminin hala dimdik ayakta / geçerli olduğunu ve asla yıkılmayacağını iddia ediyorlardı. Bu iddialarına gerekçe olarak da kendilerini destekleyen ehli kitap kabilelerinin bazılarının ve müşrik sistemden yana olan İran ve İran etkisindeki kabilelerin şirk sisteminin yanında yer almalarını gösteriyorlardı. Bunlar bölgede en kuvvetli günlerini yaşıyorlardı. Tevhit ideolojisinin mensupları ise ehli kitap ülke ve kabileler ile aynı kategoride değerlendirilmekte ve onların Iran Kralı 2. Hüsrev’in karşısında mağlubiyetleri nedeniyle görüntü olarak en zayıf günlerini geçiriyorlardı. İşte bu vasatta boykotçu Mekke müşrik elebaşıların iddialarına cevap verilmesi gerekiyordu. Onlara bu bölgenin tarihinde kabileler birliğinin gerçekleştiği ve şimdi de gerçekleşmemesi için hiçbir neden olmadığı anlatılmalıydı. Tevhit mesajının her tarafa ulaşarak kabilelerin kendilerine karşı yumuşaması ve mesaja sıcak bakmaya başlamalarının müşriklerin kıyametlerinin yaklaştığına ilişkin çok net bir işaret olduğunun ortaya konması ve ne yaparlarsa yapsınlar onların yıkılışlarının engellenemeyeceğini gerekçeleri ile göstermek için SEBE suresi nazil oldu. Surenin girişinde kabileci şirk sisteminin ve değerlerinin sonunun geldiği ve ilahi yasa (ayet, sosyolojik kanun) gereği bu sistemin mutlaka öleceği, hiç kimsenin bunu engelleyemeyeceği vurgulanır. Rahman Rahim Allah Adına 1- 4- Hamd / Yönelim, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin sahibi olan Allah’a doğrudur. Ahirette de hamd / yönelme yalnızca O’na olacaktır. O, Hakîm ve Habîr’dir. O (Allah), yere gireni ve yerden çıkanı, gökten ineni ve göğe yükseleni bilir. O, Rahîm’dir, Gafûr’dur. O inkâr eden kimseler: “O saat bize gelmeyecek” dediler. De ki: “Hayır, öyle değil, gaybı / geleceği bilen Rabbim hakkı için o size mutlaka gelecektir. O’nun ilminden göklerde ve yerde zerre kadar bir şey bile kaçmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü ne varsa, hepsi muhakkak açık bir kitaptadır.” Çünkü Allah iman edip ıslah edici eylemlerde bulunanlara mükafat verecektir. İşte onlar için bir mağfiret ve cömertçe verilmiş bol rızık vardır. (Sebe Suresi 1-4) Diğer taraftan Arapların şirk sistemi içerisinde yaşamalarını kendi çıkarları için daha uygun gören yabancı / ecnebi güçlerde vardı. Bunlar İran ve İran etkisindeki kabileler, Mısırlılar ve bazı ehli kitap kabilelerdi. Çünkü Arapların böyle zayıf, birbirini yiyen, atomize bir şekilde yaşamalarını, kendi çıkarları açısından daha uygun görüyorlardı. Şirk sisteminin devamından yana olan ve Mekkeli boykotçu müşrikleri destekleyenlerin de ihtar edilmesi gerekiyordu. 5-6- Şu, ayetlerimi aciz bırakmak / amacına ulaştırmamak için çaba gösterenlere gelince; işte onlar için en kötüsünden elem verici bir azap vardır. Kendilerine ilim verilenler, Rabbinden sana indirilenin gerçeğin ta kendisi olduğunu ve onun mutlak galibin / Aziz ve Hamde / yönelinmeye layık olan Allah’ın yoluna ilettiğini görüyorlar. (Sebe Suresi 5-6) Birbirleri ile sürekli kavga / çatışma halinde olan, birbirlerinin mallarını, ürünlerini yağma / talan eden vahşi Arap kabilelerinin bir araya gelip tevhit toplumu oluşturmasının düşünülmesi o dönem için mümkün müydü? Kur’an bu durumu, müşriklerin insanlar öldükten / parça parça dağılıp gittikten sonra dirilmesinin mümkün olmadığını iddia etmeleri şeklinde bir benzetme ile dile getirir. O dönemin şartlarında düşünülürse atomize hale gelmiş bu kabilelerin bir araya gelmesi, aralarında barış ve kardeşlik tesis ederek bir tevhit toplumu oluşturması imkânsız görünmektedir. Bu nedenle Mekke müşrik ileri gelenleri, Arap topluluklarının kardeşlik, tevhit, merhamet, barış, huzur, selamet ,… vb. değerler üzerinde uzlaşıp bir araya gelmesi ve böylece toplumun yeni bir ruhla dirilmesi fikrinden dolayı peygamberimizi delilikle suçluyorlardı. Ayrıca bunun realiteye aykırı olduğu inancıyla peygamberimizin bu tezini Allah’a isnat etmesi nedeniyle de onun Allah’a iftira ettiğini ileri sürüyorlardı. Fakat Cenab-ı Hak, müşriklere geçmişte yaşamış olan devletleri ve toplumları (gökler ve yerler metaforu ile ifade edilir) incelemelerini yani tarihe bir göz atmalarını isteyerek onların yaşanmış hayat hikayelerinden ders almaları halinde hakikatin Hz.Muhammed’in@ söylediği gibi olduğunun anlaşılacağını belirtir. Kısaca tarih bir tekerrürden ibarettir. Toplumların nasıl yıkıldıkları / öldükleri ve nasıl tekrar dirildikleri tarihte yerini almıştır. Tarihten ders çıkarılmaması halinde, Mekke müşrikleri de zamanı gelince yerin dibini boylayacaklardır. Tarihten ibret aldıkları takdirde ise kurtulacaklardır. 7-9-İnkarcılar (yandaşlarına) şöyle dediler: “Siz parçalanıp darmadağın olduktan sonra, size yeni bir yaratılışla diriltileceğinizi bildiren bir adam gösterelim mi? Acaba O, yalan yere Allah’a iftira mı ediyor, yoksa kendisinde bir delilik mi var?” Bilakis, asıl ahirete inanmayan kimseler, azap ve derin bir sapıklık içindedirler. Peki onlar, göklerin ve yerin (devletlerin ve toplumların) elleri arasındakine (halihazırda hâkim olanlarına) ve arkalarındakine (tarihte geçmiş olanlarına) hiç bakmazlar mı? Biz dilesek /Sünnetimizin yasalarına uygun olursa, onları yerin dibine batırırız yahut gökten üzerlerine kütleler düşürürüz. Muhakkak ki bunda Rabbine yönelen her kul için bir ibret vardır. (Sebe Suresi 7-9) Tarihten bir ibret vesikası olarak Hz.Davud @ ve Hz.Süleyman’ın @ hayat hikayeleri, Mekke müşriklerinin gelecekte yaşayacakları ve halihazırda yaşadıkları hadiselere birer metafor olarak sunulurken, aynı metaforlar müminlerin de gelecekte yapacaklarına birer hazırlık olması için anlatılır. Şöyle ki; “Hz.Muhammed'in@ hareketi ve ideolojisi her tarafa ulaşmış ve bütün devlet ve kabilelerin gündeminde birinci tartışma konusu olmuştur. Dağlar, taşlar, kuşlar peygamberimizin çağrısına karşılık vermişler ve onun çığlığı çevre devletlerde (Hz.Davud @ kıssasında ‘dağlar’ metaforunda verilmiştir.) yankı bulmuştur. Arap yarımadasındaki kuş amblemi ve kuş isimleri ile anılan kabileler (aynı kıssada ‘kuşlar’ metaforunda verilmiştir.) bu sese karşılık vermektedir. Hz.Muhammed’in@ tarafını tutan kabileler ile ehli kitap kabilelerin bir kısmı Kureyşi karşılarına alırlar. Hatta daha önce belirtildiği üzere bir kısım ehli kitap kabilelerin Mekke’ye bu nedenle uyguladığı karşı boykot nedeniyle Mekke kıtlık yaşamıştır.” 10- Doğrusu, Biz Davud’a da katımızdan bir üstünlük verdik; “Ey dağlar! Onunla birlikte tesbih edin / onun sesine ses katın / onunla birlikte aynı tepkiyi verin! Ey kuşlar siz de!” ……(Sebe Suresi 10) Müşrikler Mekke çevresindeki müttefiklerinin sevgisini kaybederken onların nefretini kazanmaktaydı. Bu durum ise Mekkelilerin bazı ileri gelenlerini boykotçu ileri gelenlerine karşı çıkma konusunda cesaretlendirmiş ve Haşimoğullarına karşı da içlerinde bir yumuşama meydana gelmişti. Boykotun olumsuz sonuçlar doğuracağını iddia eden ve bu nedenle de boykota gönülsüz razı olan Kureyşin bazı kabileleri, boykotçu müşrik elitlere karşı artık yüksek sesle tepki vermeye başlamışlardı. Sonunda ilahi vahyin rehberliğinde boykota karşı anarşizme girmeden sabırla göğüs gerilmesi Hz.Muhammed’i@ ve müminleri haklı, mağdur ve masum konuma getirmişti. Yani bahşedilen süper bir siyasi akıl / hadid ile düşman kabilelerin bir kısmı peygamberimize karşı yumuşatılmış oldu. (Kıssada demirin yumuşatılması metaforu) Kıssalarla öğretilen bu siyasi akıl ile peygamberimiz boykottan sonra kendisini ve hareketi koruyacak politikalar geliştirecek, ordular oluşturacak, savaş sanatı öğrenilecek, savunma iş birliği anlaşmaları yapılacak, ittifaklar kurulacak vb. (kıssada koruyucu zırh yapılması metaforu) ve bu hususta canla başla çalışacağı gibi kılı kırk yaracak şekilde ölçülü ve hesaplı davranılacaktı. (Ayette ‘biçimlemede ölçülü davranılması’ ile anlatılması) 10 – 11- …..Ve onun için demiri de yumuşattık / verdiğimiz yetenek ile (karşısındakilerin) katılığını ve sertliğini yumuşattık / akıl ile bütün sertlikleri yumuşattık: “Bol bol zırhlar yap / işleri en güzel ve en ideal şekilde yap / kendini koru ve biçimlemede ölçülü davran / onlar arasındaki ölçü ve uyumu gözet.” Siz de ıslah edici eylemlerde bulunun. Muhakkak ki Ben yaptıklarınızı görmekteyim. (Sebe Suresi 10-11) Hz.Muhammed’in@ mesajı rüzgar hızıyla yayılacak ve bir aylık mesafedeki bütün çevre kabilelere, devletlere günün belli bir vakti gibi şaşırtıcı bir süratte ulaşacaktır. (Kıssada sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay metaforu). Hz.Muhammed @ rüzgarı yakalamıştı artık. Mesajı ve namı her tarafı, bütün ülkeleri / şehirleri / beldeleri kaplamıştı. O gelecekte çevre kabilelerle ve devletlerle sağlam bağlar kuracak onları kendine bağlayacaktır. O, kuracağı devlet ile bölgenin ticaretinde ve yaşamında çok önemli olan kervanların akışlarını kontrol altına alacak ve öyle bir konuma yerleşecek ki her türlü ticari ve siyasi akış ile ilişkileri denetimine alacaktır. (Kıssada erimiş bakırı sel gibi akıtma metaforu) Böylece çevredeki yabancı (cin) kabileler / devletler çok kısa zamanda İlahi mesajın öngördüğü İslam / barış topluluğunun egemenliğine girecektir. Öyle bir egemenlik tesis edilecek ki topluluk içerisine giren yabancı / ecnebi / Mekkeli olmayan bu toplumlar kolay kolay bu tevhidi devletin hakimiyetinden çıkamayacaklardır. Söz konusu egemenliğin altına girenler Hz.Muhammed’in@ tevhidi dünya görüşünü / İslamı yükseltecek çok büyük bir medeniyet meydana getireceklerdir. Bu medeniyet ile şehirler inşa edilecek, kültürel, siyasi, felsefi, bilimsel bilgiler üretilecek ve savaş araç gereçlerinden heykellere, musiki ve edebiyattan sanat ve büyük mimari eserlere kadar akla gelebilecek maddi ve manevi insanların her türlü ihtiyacını karşılayacak şeyler yapılacaktır. (Kıssadaki mihraplar, temsil ve heykeller, havuz gibi çanaklar ve kazanlar metaforu ile anlatılmak istenen herşey) Hz.Davut @ ailesine verilen hakimiyet ve medeniyetin bir benzeri hatta daha büyüğü Hz.Muhammed’e@ verilecektir. Bu nedenle Hz.Davud @ ailesine verilen talimat metaforunda müminlere şu mesaj verilir; “Ey peygambere tabi olanlar, Ey peygamberin ehli olanlar! Sakın gevşemeyin! Görevlerinizi yerine getirin! (Şükredin)” 12-13-Sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan rüzgar da Süleyman içindi. Onun için suyu / erimiş bakır madenini sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle, cinlerin bir kısmı da onun emrinde çalışırdı. Onlardan kim Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından tattırdık. Onlar, ona (Süleyman’a) mihraplar (mescidler, saraylar, yüksek binalar, kaleler, savaş araç gereçleri), timsaller (hakikatin temsilleri / felsefe / mitoloji / heykeller / resimler) ve havuzlar gibi çanaklar (insanın maddi ve manevi ihtiyaçları için gerekli olan şeyler) ve sabit kazanlardan (her türlü sanayi ve imar ürünleri ve toplumun siyasi, ekonomik, kültürel olarak ayakta kalması için gerekli olan her türlü ölçü ve standartları) her ne isterse yaparlar. “Ey Davud ailesi! Şükür için çalışın! / görevinizi yerine getirin! Ama kullarım içinde şükreden ne kadar da azdır!” (Sebe Suresi 12-13) Fakat nasıl ki Hz.Süleyman’ın @ vefat etmesiyle onun getirdiği sistem ve ideolojisi (Süleymanizm) bir süre daha ayakta kalmış / bir süre daha hükmünü yürütmüş ama sonunda mutlaka yıkılmış ise aynı şekilde Hz.Muhammed’in@ getirdiği ideoloji / sistem de o vefat ettikten sonra hükmünü sürdürecek ama uzun bir süre sonra yine içten çürüme ile mutlaka yıkılacaktır. Çünkü baki olan Allah’tır. Hiçbir iktidar / medeniyet ebedi değildir. Her iktidar sonunda yıkılır. Medeniyetler / sistemler / ideolojiler kendilerine biçilen ömür süresince yaşarlar ve ecelleri gelince de ölümleri mukadderdir. Bu yıkımda / ölümde esas faktör ise dışarıdan değil içeriden çıkacak olan bir dabbe sonucu olacaktır. Bu dabbeler, o toplumda yenilmiş ve yerle bir olmuş olan kesimlerin bir şekilde canlanarak ayaklanacak olanlarıdır. Fakat bu dabbeler ne kadar ayaklanırsa ayaklansın Devlet içeriden çürümediği sürece ayakta kalır. Şayet devletin dayandığı dünya görüşü / ideoloji (kıssa da asa metaforunda verilir) içeriden çürürse yani o dünya görüşünün müminleri bozulur da ideolojilerini / dünya görüşlerini çürütürlerse işte o zaman devletleri yıkılır. Tıpkı Hz.Süleyman’ın @ asasının bir kurtçuk (dabbetül arz) tarafından içeriden kemirilmesi ve çürüyen asanın Hz.Süleyman’ın @ cesedini taşıyamayarak kırılması sonucunda O’nun devrilmesi (aslında devletin devrilmesi) metaforunda olduğu gibi. Allah’ın bu yasası her zaman işleyecektir. Tevhidi dünya görüşüne göre kurulacak devletin yıkımını kendi içinden çıkan bir dabbetül arz gerçekleştirir. Şayet müminler ideolojik / dünya görüşlerinin gösterdiği amaçlardan sapmışlarsa isyancıların / dabbelerin yapacakları başkaldırı ile sistem birden çöküverir. Dışarıdan bakınca çok güçlü dimdik ayakta görünen bu devletler / medeniyetler, kurucuları öldükten sonra bile güçlü görünmeye devam edebilirler ama içten çürüme belli bir kerteye gelince o devlet / medeniyet o toplumdaki yenilmiş, yerle bir edilmiş, zayıflar, yoksullar ve ezilmişlerin ayaklanması ile yıkılır. Bu Allah’ın sünnetidir. / yasasıdır. 14- Onun ölümünü gerçekleştirdiğimiz zaman, onun öldüğünü onlara ancak asasını yiyen dabbetülarz (halkın içinden çıkan muhalefet) gösterdi. (Onun öldüğünü onlara sadece asasını yiyen dâbbetülarz bildirdi. / gösterdi.) Şöyle ki; Cinler onun öldüğünü o, yüz üstü yere düştüğü zaman anladılar. Eğer cinler gaybı / geleceği bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap içinde kalmazlardı. (Sebe Suresi 14) Surenin müteakip ayetlerinde Cenab-ı Mevla elçisine yine Hz.Süleyman @ ve Sebeliler kıssası üzerinden Arap yarımadasındaki tüm şirk yanlılarına aşağıdaki mesajları iletmesini bildirir; “Ey müşrikler! Hatırlayacak olursanız, Hz. Süleyman’ın iktidarında Sebe ülkesi de tevhidi dünya görüşü çerçevesinde İslam / barış topluluğuna katılmıştı. Böylece birliğe katılan ülkeler baştan başa Cennet gibi olmuştu. Ama onlar şükrü (görevlerini ihmal edince) bırakınca, birlikten ayrılınca Arim selleri / şiddetli sel gibi düşmanlar üzerlerine geldi ve onları darmadağın etti. Hatta bu birliğe Sebe ülkesinden Hz.Süleyman’ın @ hakim olduğu Bereketli Hilal ülkeleri ile Arabistan’daki tüm kabileler de katılmış ve bu iki ülke arasındaki ticaretten faydalanıyorlardı. Hatırlayın ki o dönemde bu ticari ilişkiler ve seyahatler güven içinde gerçekleşiyordu. Ama siz bu birlikten ayrıldıktan sonra yol boyunca dizili komşu kabileler birbirine düşman oldu ve birbirlerini yediler. Seferlerinizin arasını uzaklaştırmayı, güven ortamının kalkmasını ve ticareti imkânsız kılmayı dilediniz. Böylece seyahatler zorlaştı, güven kalktı, ilişkiler koptu, ticaret bitti, gerilik ve yoksulluk meydana geldi. Kendi kendinize zulmettiniz, yazık ettiniz. Fakat geçmişte gerçekleşmiş olan bu birlik şimdi neden tekrar tesis edilmesin? O ilişkiler neden tekrar kurulmasın? Ticari yollardaki güven neden tekrar sağlanmasın? O sırt sırta şehirler neden tekrar kurulmasın? Yeter ki tekrar dirilişe önce siz inanın. Ey müşrikler! Siz önce bu tevhit anlayışına inanırsanız geçmişte yaşanmış bu birliğin yeniden meydana gelmemesi için hiçbir sebep yoktur! Fakat ne yazık ki şimdi siz bizlere boykot uygulamakla halihazırdaki ticaret yollarınızı bile tehlikeye atıyorsunuz. Hem kuzeyde hem de güneyde ve Arap yarımadasındaki bazı kabile ve devletlerin düşmanlığını kazanmakla daha fazla dağılmaktasınız ve artık kendi Kıyametinizi iyice yaklaştırıyorsunuz.” 15-19- And olsun ki, sağlı sollu bahçelere sahip yerlerde ikamet eden Sebelilerin yurdundan da alınacak ibret vardır. Onlara “Rabbinizin verdiği rızıklardan yiyin ve O’na şükredin! / görevinizi yapın! Ne güzel bir ülke ve bağışlayan bir Rab!” denildi. Fakat onlar yüz çevirdiler. Biz de üzerlerine ‘Arim’ selini gönderdik de onların bahçelerini acı mevyeli, ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan hale çevirdik. İşte bu, onların inkarlarına karşılık Bizim onları cezalandırmamızdır. Biz nankörlerden başkasını cezalandırır mıyız? Biz onların (Sebelilerin) yurdu ile kendisine bereket verdiğimiz memleketler (Bereketli Hilal) arasında, (Yemen’den başlayıp Filistin’e kadar olan çizgide) sırt sırta şehirler / kasabalar/ kentler meydana getirmiştik. Böylece (onlar için) seyahati kolaylaştırarak buralarda geceleri ve gündüzleri (sürekli) emniyet içinde gidilip gelinmesini sağladık. Fakat onlar; “Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır” dediler ve nefislerine zulmettiler. Bu nedenle Biz de onları dillerde dolaşan hikayeler kıldık ve darmadağın ettik. Muhakkak ki bunda, çok şükreden ve çok sabreden herkes için elbette ibretler vardır. (Sebe Suresi 15-19) Cenab-ı Mevla’nın müşriklere mesajları şöyle devam eder; “Halbuki Ey müşrikler! Sizi bu dağılmış, parça parça olmuş duruma düşüren iblis / Ebu Cehil gibilerden başkaları değildir. Onlar kendi çıkarları, bencil arzu ve hevesleri için planlar kurdular ve bu planlarını gerçekleştirdiler. Aslında onlar bu düşündükleri / planladıkları hile ve tuzaklarını gerçekleştirecek güç ve iktidara sahip değillerdi. Ama sizler onlara itaat edince / itiraz etmeyince onlarda kolayca planlarını uyguladılar. Sizler onları biraz sorgulasanız, iblislere biraz direnseniz, onlara karşı çıksanız düşündüklerini gerçekleştiremeyeceklerdir. Hatta daha da ilerisini söylemek gerekirse; onların ne bu ülkenin kurucu ideolojisinde / göklerde ne de bu ülkede / toplumda / arzda zerre kadar katkıları / eserleri / değerleri ve güçleri yoktur. Ayrıca onların Kabe’nin kurucu ideolojisinde hiçbir ortaklıkları da yoktur. Yani Hz. İbrahim ve sonrasında Kusay’ın kurduğu sistem ile Hz.Süleyman’ın Arapları da içine aldığı sistemde Ebu Cehil (İblis) ve onun gibilerin asla yerleri yokken ve onun gibiler bu şirk sistemini başınıza bela etmişken, sizler onların tezgahına geliyor ve onlara itaat ediyorsunuz. Ey Mekkeliler! İblisin (Ebu Cehil, Velid b. Muğire vb.) sizlere herhangi bir yararı da yoktur. Sizleri esenliğe götürecek, selamete çıkaracak bir siyasetleri de yoktur. Onlar sizlere herhangi bir şekilde destek de vermezler. (Ayeti kerimede ortakların şefaatlerinin olmaması şeklinde ifade edilir.) Ama Allah’ın seçtiği peygamberin ise Allah’ın verdiği yetki ve hidayeti ile insanlara şefaati / destekleri vardır. (Dünyevi anlamdaki destek / şefaat) Hele insanların içerisindeki korku bir sona ersin, bir kıyamet kopsun / toplumsal kıyamet kopsun işte o zaman insanlar kendilerine yararlı olanın Allah’ın önerdiği sistem olduğunu göreceklerdir. İşte o zaman müminler, siz Mekkelilere “Rabbiniz ne getirmişti?” diye soracak. Sizlerde “Allah (cc) hakkı getirmişti” diye itiraf edeceksiniz. Ama o zaman kim bilir belki de sizin için çok geç olacak.” 20-23- Ant olsun ki, İblis onlar üzerindeki hedefini / düşündüğünü gerçekleştirdi de müminlerden oluşan bir grup hariç hepsi ona (İblise) tabi oldular. Halbuki onun (İblis) onlar üzerinde hiçbir sultanı / gücü / nüfuzu yoktu. Fakat Biz ahirete imanı olanı, ondan şüphe içinde bulunandan ayırt etmek istedik. Rabbin her şeyi kaydetmekte ve korumaktadır. De ki: “Allah’tan başka ilah saydığınız kimseleri istediğiniz kadar çağırın. Onlar, göklerde ve yeryüzünde zerre ağırlığınca katkıları / eserleri yoktur, hiçbir şeye malik değildirler. Onların bu ikisinde (gökler ve yerin yönetiminde) herhangi bir ortaklıkları yoktur. O’nun (Allah’ın) onlardan herhangi bir yardımcısı / destekçisi de yoktur.” O’nun nezdinde kendisinin izin verdiği (yetki verdiği) kimseden başkasının şefaati / yardımı / desteği fayda vermez. Nihayet onların kalplerinden korku giderildiği zaman: “Rabbiniz ne dedi?” (diye müminler) sorarlar. Onlar ise “Hakkı” derler. O, çok yücedir, çok büyüktür. (Sebe Suresi 20-23) Cenab-ı Hak elçisinden müşrik elitlere şunu sormasını söyler; “İnsanların faydasına olan ve ihtiyaç duyduğu şeyleri (maddi ve manevi rızıkları) kim vermektedir? Eğer bunları Allah veriyorsa o takdirde hangimizin dünya görüşü / ideolojisi doğru? Ve hangimizin dünya görüşü / ideolojisi bizi kurtaracak? Ya bizim savunduğumuz tevhidi dünya görüşü doğru ya da sizin Şirk ideolojisi doğru, cevap verin hangisi doğru? Bizim savunduğumuz ideoloji “Allah’tan” geliyor ve Allah insanların tüm ihtiyaçlarını karşıladığına göre hangisi doğru? Sizler; “bize uyarsanız yaptığınız şeylerin her türlü günahını / vebalini biz üstleniyoruz” diye insanları kandırıyorsunuz. Halbuki kimse kimsenin günahını üstlenemez. Yapılan kötülüklerden herkes katkısı kadar payını alır. Ey müşrikler! Şayet siz bu çağrıya uymayacak olursanız, bu çağrıya olumlu yanıt verecek olan başka insanlar olacaktır. O zaman kimin haklı, kimin haksız olduğu ve kimin sahtekâr / ayartmacı olduğu ortaya çıkacak ve sonunda size bu ayartmalarınızın cezası tattırılacaktır.” 24-30- De ki: “Sizi göklerden ve yerden kim rızıklandırır?” De ki: “Allah! O halde kuşkusuz ya biz hidayet veya açık bir sapıklık üzereyiz ya da siz.” De ki: “Siz bizim işlediğimiz suçlardan sorumlu tutulmazsınız. Biz de sizin yaptıklarınızdan sorumlu tutulmayız.” De ki: “Rabbimiz bizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, hakkıyla hüküm veren, (her şeyi) hakkıyla bilendir.” De ki: “O’na ortaklığa dahil ettiğiniz ortakları bana gösterin bakayım! Hayır… Olmaz! Bilakis O, Azîz’dir, Hakîm’dir.” Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler. Onlar, “Eğer siz doğru söyleyenlerden iseniz bu vaat ne zaman?” derler. De ki; “Merak etmeyin! Sizin için belirlenen o günün zamanını / miadını bir saat olsun ne erteleyebilirsiniz ne de öne alabilirsiniz.” (Sebe Suresi 24-30) Cenab-ı Mevla müşriklere uyarılarını şöyle sürdürür; “Ey müşrikler! İleri gelen iblislerinizin ayartmalarına kulak asmayın! Zira toplumun kıyameti gelince herkes birbirini suçlayacak. Mustazaflar / toplumda zayıf olanlar / yönetimde söz sahibi olmayanlar ileri gelenlerden İblisleri (ki o iblisler sahip oldukları mal mülk ve güçle şımarmış olan ve yönetimde de söz sahibi olan elitlerdir) suçlayacaklar ama onlar bu suçlamaları reddedecekler. Onların reddediş gerekçelerinde “size bu noktaya geleceğinizi bildiren uyarıcı gelmedi mi?” diye sorduklarında yönetilen halk “geldi” diye cevap verecekler. İleri gelenler de onlara “Eee! O zaman bu uyarılara kulak vermemenizi biz mi engelledik, ondan biz mi sizi geri çevirdik” derler. Onlar ise “hayır” derler bunun üzerine ileri gelenler onlara “sizler kendiniz kendi seçiminizle bizi takip ettiniz.” diyeceklerdir. Onlar da “Evet! Siz bir zorlamada bulunmadınız, ama gece gündüz öyle plan- oyunlar kurdunuz ki bizi ayarttınız.” diye cevap verecekler ama bu sonucu değiştirmeyecektir. Ve kıyamet gerçekleşecektir. İşte toplumun bu kıyameti gerçekleşmeden önce, gelin pişman olmadan önce, birbirinizi suçlar pozisyona düşmeden önce, peygamberin etrafında toplanın! İblislerin / Ebu Cehil / Velid bin Muğire vb. nin mal ve sayıca çokluklarına bakıp da aldanmayın!” 31- 33-İnkârcılar, “Biz bu Kur’an’a da inanmayız, ondan öncekine de...” dediler. Sen o zalimleri Rableri huzurunda tutuklanmış ve birbirlerini suçlarken bir görsen! Toplumun ezilen kesimi büyüklük taslayan ileri gelenlere / kibirli kodamanlara, “Eğer sizler olmasaydınız, bizler muhakkak mümin kimseler olurduk” diyecekler. Büyüklük taslayan ileri gelenler / kibirli kodamanlar ise toplumun ezilen kesimine “Size rehber / hidayet geldikten sonra, sizi ondan biz mi alıkoyduk? Hayır, siz bizzat kendiniz suçlulardınız / mücrimlerdiniz” derler. Toplumun ezilen kesimi de o büyüklük taslayan ileri gelenlere / kibirli kodamanlara: “Hayır! İşiniz gücünüz gece-gündüz planlar, tuzaklar kurmaktı. Bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na eşler koşmamızı emrediyordunuz” derler. Onlar azabı gördükleri zaman pişmanlıklarını gizleyeceklerdir. İnkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar geçirmişizdir. Onlar ancak yapmış olduklarının cezasını göreceklerdir. (Sebe Suresi 31-33) Cenab-ı Hak, müşriklerin inanç ilkelerinden birisini daha eleştiriye tabi tutar ki bu düşünceleri onları yanlışa sevk etmiştir. Onlar zengin ve güçlü olanların Allah yanında sevgili olduğuna inanırlardı. Onlara göre Allah kime mal, mülk, makam ve güç verdiyse o kimse O’nun yanında da itibarlıdır, sevilendir. Zira Allah, sevdiği kuluna nimetler ihsan eder, sevmediği kuluna da nimetlerini sakınır. Sevmediği kulu yoksuldur, muhtaçtır, sürünür, hastadır, sakattır, vb. Müşrikler bu inançları üzerine kurdukları şirk sistemi ile toplumun alt tabakasındaki insanları sömürmekte ve onlara acı çektirmekte hiçbir sakınca görmemekteydiler. Hatta onlara yardım etmenin Allah’ın iradesine karşı çıkmak ve O’nu hiddetlendirecek bir hareket olduğunu iddia ederler. Bu sapık inançları, onların peygamberlere karşı durmalarına, onlarla mücadele etmelerine yol açmıştır. Cenab-ı Hak, onların bu inkarlarının istisna olmaksızın her elçiye yapıldığını bildirir. Elçilerin azap uyarılarını da reddettiklerini ve kendilerine asla azap gelmeyeceğini iddia ettiklerini belirtir. Hatta onlar mal ve evlat olarak çoğunlukta olmaları nedeniyle kimsenin kendilerini yenemeyeceğini ve böylece azab edemeyeceğini de iddia etmişlerdir. Halbuki Cenab-ı Hak malı, mülkü, makamı ve gücü insanlardan dilediğine ve dilediği kadar verir. Bu nedenle halihazırda güçlü olan yarın güçsüzleşebilir ve sakınmadığı azap başına geliverir. Cenab-ı Hakk’ın bu tasarrufu bir hikmete yönelik olarak ve ancak o kulun denenmesi içindir. Yoksa ne bir kuluna az vermesi, onu sevmediği anlamına gelir ne de bir kulunu zengin etmesi, onu sevdiği ve seçtiği manasına gelir. O’na yakın olanlar ancak iman edenler ve güzel eylemler ortaya koyanlardır. Bu güzel eylemlerin başında da Allah elçilerinin tarafında olup sahip olduğu maldan ve mülkten infak etmek gelir. Bu şekilde davranan kimselere yaptıklarının karşılığını O, kat kat verecektir. Cenab-ı Mevla, şirk inancının temel ilkesini böylece eleştirdikten sonra, Mekkelileri bu yanlış inancı terk etmeye ve Hz.Muhammed’e@ destek olmaya davet etmiş olur. 34- 39- Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın refah içindeki şımarık ileri gelenleri: “Biz sizinle gönderilen şeyi (öğretiyi) inkâr ediyoruz” dediler. İlave olarak dediler ki: “Biz mal ve evlât olarak daha çoğuz ve bize azap edilemez.” De ki: “Muhakkak ki benim Rabbim dilediği kimseye rızkı genişletir ve dilediği kimseye de kısar. / ölçülü verir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” Sizi Bize yaklaştıracak olan, ne mallarınızdır ne de evlâtlarınız. Ancak kim iman eder ve ıslah edici eylemlerde bulunursa Bize o yaklaşır. İşte onlar yaptıklarına karşı kat kat mükafatla ödüllendirilecek olanlardır. Ve onlar yüksek makamlarında güven içindedirler. Ayetlerimizi hükümsüz kılmak için yarışanlar işte onlar azap için hazır bulundurulacaklar. De ki: “Muhakkak ki benim Rabbim kullarından dilediğine rızkı genişletir ve/ veya kısar. Siz ne infak ederseniz O, onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Sebe Suresi 34-39) Cenab-ı Mevla toplumsal kıyamet olup da şirk sistemi çöktüğü zaman bütün müşriklerin toplanıp hesaba çekileceği günün sahnelerinden bazı kesitler sunar. O sahnelerden birinde Hz.Muhammed’den@ yana tavır koymuş olan Darün Nedve’nin / ihtiyarlar heyetinin üyelerinin / meliklerinin (ahiretteki melekler metaforunda) sorguya çekileceği ve Mekke halkının kendilerine uyup uymadığından hesap sorulur. Onlar ise Mekke halkının kendilerine uymadıkları aksine onların Ebu Cehil, Velid bin Muğire, Utbe bin Rebia, As bin Vail gibi cinlere / şeytanlara itaat ettiklerini ifade ederek kendilerini savunurlar. Hakk’ın hâkim olduğu ve batılın devrildiği o gün, kimse kimseye yardım edemeyeceği bildirilir. Onlara hani o zenginlikleri nedeniyle Allah’ın azap vermeyeceği inanışları hatırlatılır. Ayrıca onların elçilerin getirdiği tüm delillere karşı koyuşları hatırlatılır. Elçilerin getirdikleri delillerin Allah’a atılan bir iftira olduğunu ve böylece insanları kandırdıkları, büyülediklerini söyleyerek aslında kendi yaptıkları kötü eylemleri, elçiler yapıyormuş gibi gösterdikleri hatırlatılır. Onların bu hareketleri ile azabı ne kadar hak ettikleri ortaya konur. Böylelikle önerdiği ilahi sistem, çağırdığı dünya görüşü karşılığında herhangi bir menfaat beklentisi olmayan ve kendilerinden bu hizmeti karşılığında hiçbir ücret istemeyen Allah elçisine toplumsal kıyamet (İnkılap) ve kişisel kıyamet (ölüm) gelmezden önce iman etmelerini, O’nun çağrısını tekrar tekrar düşünmeleri halinde gerçeği göreceklerini ve elçinin önerdiği dünya görüşünün ne kadar makul ve mantıklı olacağını müşahede edecekleri bildirilir. 40-49- O gün onların hepsini toplayacak ve sonra meleklere: “Bunlar size tapıyorlar / itaat ediyorlar mıydı?” diye soracak. Onlar: “Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim velimiz / yöneticimiz / koruyucumuz Sensin. Bilakis onlar cinlere tapıyorlardı / itaat ediyorlardı. Çoğu onlara iman etmişlerdi / güvenmişlerdi” dediler. Artık bugün birbirinize yarar da zarar da veremezsiniz. Zalimlere (şirk elebaşılarına): “Tadın bakalım yalanlayıp durduğunuz ateş azabını!” diyeceğiz. Çünkü onlara ayetlerimiz açıkça okunduğu zaman: “Bu, ancak atalarınızın taptıklarından (ilahlardan) sizi men etmek isteyen bir adamdan başkası değil” dediler. Ayrıca dediler ki: “Bu (Kur’an) uydurulmuş bir iftiradan başka bir şey değildir.” Dahası O inkarcılar kendilerine hak geldiği zaman: “Bu ancak apaçık bir sihirdir” dediler. Halbuki Biz onlara öyle ders görecekleri / okuyacakları kitaplar vermediğimiz gibi onlara senden önce bir uyarıcı da göndermedik. Onlardan önceki kimseler de yalanlamışlardı. Halbuki onlara verdiklerimizin onda birine bile erememişlerdi. Buna rağmen elçilerimi yalanladılar. Peki, Beni inkâr etmenin sonu nasıl oldu? De ki: “Ben size sadece bir tek öğüt vereceğim; Allah için ikişer ikişer ve teker teker kalkın. (Ister tek başınıza salim kafayla ister kafa kafaya verip birlikte beyin fırtınası yaparak nasıl isterseniz bu mesele üzerinde biraz düşünün.) Arkadaşınızda (Muhammed’de) delilikten eser yoktur. O ancak size gelmekte olan şiddetli bir azabı haber vererek, sizi ondan sakındıran bir uyarıcıdır. De ki: “Benim sizden istediğim ücret sizin Allah’a yaklaşmanızdan başka bir bedel değildir o da sizin içindir. Yoksa benim ecrim ancak Allah’a aittir. O, her şeye şahittir.” De ki: “Muhakkak ki benim Rabbim, hakkı ortaya koyar. O, gaybları bilendir.” De ki: “Hak geldi. Artık batıl ne yeni bir şey ortaya koyabilir ne de öncekini / eskiyi geri getirebilir.” (Sebe Suresi 40-49) Şayet Hz.Muhammed’in@ yanında yer almakta geç kalınacak olursa iş işten geçmiş olacağı ve azabı hak edenlerden olacakları uyarısı yapılır. Bir muhakeme daha yapmaları istenir. Şayet Hz.Muhammed@ sapıtmış, deli ise zaten kendisine zarar vermiş demektir. Ama çağırdığı ideolojinin son derece akıllıca olduğu ve insanların faydasına olduğu görüldükten sonra tereddüt edilmemesi gerektiği ve bunun ancak kullarının faydasını ve iyiliğini düşünen Rableri tarafından olduğunun bilinmesi gerektiği konusunda uyarılar yapılır. 50-54- De ki: “Eğer ben sapmışsam, o zaman yalnızca kendi zararıma sapmışım demektir. Şayet doğru yolu bulmuşsam, buda Rabbimin bana vahyetmesi sayesindedir. Muhakkak ki O, en iyi İşiten ve kullarına çok yakın olandır.” Sen onları dehşete kapıldıkları zaman bir görsen; işte o zaman hiçbir kurtuluş yoktur, yakın bir yerden yakalanmışlardır. Azabı görünce de “O’na iman ettik” dediler. (Ama heyhat işte o zaman iş işten geçmiştir.) Onlar için imana erişmek artık imkânsız derecede çok uzak. Oysa daha önce (dünyada) onu inkâr etmişlerdi. Uzak bir yerden (dünyadan) gayba (ahirete) atıp tutuyorlardı. Artık bundan önce benzerlerine yapıldığı gibi, kendileriyle arzuladıkları şeyler arasına engel konulmuştur. Çünkü onlar derin bir şüphe içindeydiler. (Sebe Suresi 50-54)